TİC Holding Header
  • USD 32.407
  • EUR 35.53
  • Altın 2322.291
  • BIST 100 8880.09
  • Dünya

Küresel güç geçişi çerçevesinde Çin-İran anlaşması

Çin ile İran arasında anlaşma, İran’ın ABD ile nükleer anlaşmaya alternatif olarak imzaladığı siyasi bir anlaşma değil, nükleer anlaşmanın getireceği ekonomik kalkınma potansiyelini destekleyecek ve oyunun bizzat parçası olan bir anlaşma.
Küresel güç geçişi çerçevesinde Çin-İran anlaşması
AA - İran ve Çin, Temmuz 2020’de henüz taslak aşamasında basına sızdırılan ve önemli tartışmalara yol açan 25 yıllık Kapsamlı Stratejik İşbirliği Anlaşmasını 27 Mart 2021 tarihinde imzaladı.

Anlaşmanın kamuoyuyla paylaşılan 18 sayfalık kısa metni, iki ülke arasında petrol üretimi, taşımacılığı ve güvenliği, İran’da Kuşak ve Yol Projesi kapsamında önem arz eden demiryolu, karayolu ve liman altyapısı geliştirme faaliyetleri, uluslararası bankacılık işlemlerinde milli para kullanımı ve savunma, askeriye ve bilgi teknolojileri gibi stratejik sektörlerde yoğun işbirliği öngörüyor. [1] Söz konusu sektörlerde işbirliğine ilişkin rakamlar resmi olarak paylaşılmasa da Çin’in İran’ın enerji sektörüne 280 milyar dolar, altyapı geliştirme faaliyetlerine ise 120 milyar dolar olmak üzere toplam 400 milyar dolar değerinde bir yatırım yapacağı ifade ediliyor. [2] İran ise bu yatırımlara karşılık Çin’e nispeten düşük fiyatlı daimi petrol satışı gerçekleştirecek. [3]

Mesele esasında İran’ın her iki ülkeyle ikili ilişkilerini aşan, ABD ve Çin’in küresel düzlemde rekabetiyle yakından ilintili olan ve bölgesel düzlemde de dalgalar halinde yankı bulan küresel bir mesele.

Uluslararası ilişkiler uzmanları Çin-İran anlaşmasını içerik ve zamanlama bakımından Washington ve Tahran yönetimleri arasında gelgitli bir şekilde seyreden nükleer anlaşmaya karşı yapılmış siyasi bir hamle olarak yorumluyor. Bir kesim Biden yönetiminin İran ile nükleer anlaşmaya geri dönme hususunda sergilediği tutukluğun İran’ı gitgide Çin’e yakınlaştırdığını iddia ederken, bir diğer kesim ise anlaşmayı İran açısından “oyun değiştirici” olarak değerlendiriyor. Öte yandan İran’ın hem Çin hem de ABD ile ilişkilerinin yakın tarihine bakıldığında anlaşmanın İran’ın küresel düzlemde izlediği dış politika açısından “oyun değiştirici” değil, aksine “mevcut oyunun bir parçası” olduğunu söylemek mümkün. Zira mesele esasında İran’ın her iki ülkeyle ikili ilişkilerini aşan, ABD ve Çin’in küresel düzlemde rekabetiyle yakından ilintili olan ve bölgesel düzlemde de dalgalar halinde yankı bulan küresel bir mesele. Bu bağlamda anlaşmanın ikili ilişkilere yansımalarını daha doğru değerlendirmek için dikkati üç noktaya yöneltmek önem arz ediyor: Çin ile ABD arasında seyreden küresel güç geçişi dinamikleri, Çin’in bu güç geçişi projesinin bir uzantısı olarak detayları 2016 yılından itibaren gitgide şekillenen genel Orta Doğu politikası ve İran’ın küresel düzlemde izlediği “çok taraflılık” politikası.

Küresel güç geçişinin temel göstergeleri
Sovyetler sonrası dönemin küresel siyasetinin çok kutuplu ortamında kendisini küresel sistemin ekonomi-politik çerçevesini şekillendiren en önemli aktör addeden ABD, Çin’i 2000’li yılların ortalarından itibaren ekonomik meyvelerini vermeye başlayan yoğun modernleşme politikasından dolayı yükselen bir küresel rakip olarak görmeye başladı. Nitekim Çin’in hızla yükselen üretim kapasitesi, enerji tüketimi, gayrisafi milli hasılası ve askeri harcamalarına bakılarak ABD ile Çin arasında 2050 yılına kadar küresel bir güç geçişinin gerçekleşeceği yönündeki projeksiyonlar hız kazandı. Öte yandan söz konusu göstergeler küresel bir güç geçişinin tamamlanması için yetersiz. Zira asıl güç geçişi yükselen devletin mevcut uluslararası sistemin ilke, kural ve kurumlarına karşı alternatif bir düzen kurma olasılığı sunduğu noktada başlar. Bu bağlamda ABD ile Avrupa’nın ekonomi-politik yapılanmasını modelleyen mevcut uluslararası sistem ilkeleri, kuralları ve kurumları itibarıyla liberal politik-ekonomik değerleri yansıtıyor, mevcut devletler-arası güç dağılımının devamlılığını hedefliyor ve sisteme entegre olan aktörlere de çeşitli ekonomik ve siyasi avantajlar sağlıyordu. Çin ise mevcut uluslararası sistemin kurumlarına entegre bir aktör olmasına karşın, kendi içinde bambaşka bir modernleşme vizyonu taşıyordu: Güçlü ve müdahaleci bir devlet kapasitesiyle yürütülen, ekonomik kalkınma ve büyümeyi önceleyen, ancak siyasi düzlemde liberal modernleşme pratiklerinin öngördüğü liberal-demokratik sosyo-politik sistem yapılanmasını sürece dahil etmeyen alternatif bir modernleşme vizyonu.

Biden döneminde henüz çıkmazdan kurtulamayan ABD-İran nükleer görüşmeleri de hesaba katıldığında, Çin-İran anlaşmasının ABD tarafından küresel düzlemde seyreden Çin-ABD güç geçişi açısından bir tehdit olarak algılandığı görülüyor.

Çin’in söz konusu alternatif modernleşme vizyonunu 2013 yılında başlatılan Kuşak ve Yol Projesiyle yavaş yavaş dış ülkelere sunmaya başladığını görüyoruz. Zira Çin, Orta Asya Türk cumhuriyetleri, Hindistan alt kıtası ve Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere 70’ten fazla ve ekseriyetle alt ve orta gelişmişlik seviyesindeki ülkede yapılacak imar, ticaret, yatırım odaklı mega projelerin ana sponsorluğu ve yürütücülüğünü üstleniyordu. Çin’in bu kıtalararası mega kalkındırma projesini Avrupa Birliği (AB) gibi benzerlerinden ayıran en önemli fark ise işbirliği yapılan ülkelere karşı herhangi bir siyasi önkoşul sunmamasıydı. Bu bağlamda Çin, her bir ülkeyle imzaladığı tekil anlaşmalarda “milli egemenlik”, “kazan-kazan temelli işbirliği” ve “çok taraflı bir uluslararası sistem” ilkelerine özellikle vurgu yapıyor, bu ülkelerle sadece ticaret ve yatırım odaklı bir stratejik ortaklık kurduğu ve hami-müvekkillik ilişkisine uzanabilecek siyasi ve askeri bir ittifaka girmediğinin altını çiziyor, söz konusu ülkelerin kendi iç siyasi yapılanma ve yönetim şekilleri üzerinde herhangi bir reform öngörmüyordu. Bu vurgular, söz konusu coğrafyalarda henüz ekonomik kalkınma programlarına ivme kazandıramamış ve çoğunlukla otoriter özellikler taşıyan ülkeler için projeleri cazip kılıyordu. Bu durum, özellikle Atlantik ötesinde alternatif bir modernleşme ve kalkınma modelinin Avrasya’ya yayılacağına dair kaygılar uyandırıyordu.

Çin'in Orta Doğu politikası
Çin 2016 yılından itibaren Orta Doğu bölgesine özel bir ilgi göstermeye başladı. Zira üretim kapasitesi bakımından dünyanın fabrikası haline gelen Çin için Orta Doğu bu dünyanın fabrikasını döndürecek olan yakıt deposuydu. Dolayısıyla pek çoğu ABD müttefiki olan Orta Doğulu petrol ülkeleriyle yakınlaşmak Çin’in bölgeye ilişkin dış politikasının temelini oluşturdu. 2016 yılında bir Arap Politika Belgesi yayınladı ve bu politika belgesinde belirlediği ilkeleri 2018’de sekizincisi düzenlenen Çin-Arap Ülkeleri İşbirliği Forumunda duyurduğu bir aksiyon beyanı belgesiyle taçlandırarak bölge ülkeleriyle ortaklık ilişkilerini yoğunlaştıracağının sinyallerini verdi. [4] Süreç içerisinde Suudi Arabistan, Sudan, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, Kuveyt, Mısır ve Fas gibi ülkelerle çeşitli Kuşak ve Yol Projesi anlaşmaları imzalandı, bu ülkelerin bazıları Asya Altyapı Yatırım Bankasının (AIIB) kurucu üyeleri olarak kabul edildi ve petrol, elektrik, sivil nükleer enerji ve yenilenebilir enerji sektörlerinde işbirliğine başlandı. [5] Çin söz konusu yatırımlara karşılık petrol zengini körfez ülkelerinden petrol alımını hızlandırdı ve bölgeyle yoğun bir petrol ilişkisine girdi.

Çin, Arap ülkeleriyle işbirliği anlaşmaları imzalarken bu ülkelerin siyasi yapılanmalarını ve ABD ile ilişkilerini kendi Arap politikasının merkezine koymadı. Orta Doğu’da askeri bir güç olarak varlığını sürdüren ABD’nin yerine geçme vizyonu da taşımadı. Zira Çin’in Orta Doğu’daki altyapı ve yatırım projelerinin bekası ile Körfez’den satın aldığı petrolün ulaşım güvenliği, bu çatışma ve istikrarsızlıkla dolu bölgeyi sınırlı da olsa kontrol altında tutan ABD’nin askeri varlığına da bağlıydı. Dolayısıyla Çin Orta Doğu bölgesine girerek ekonomik olarak ABD’yle karşı karşıya geliyor; ancak bunu askeri ve siyasi bir güç mücadelesine dönüştürme sinyali vermemeye özen gösteriyordu. Öte yandan, Çin’in aynı dönemlerde bir Arap ülkesi olmamakla birlikte yoğun işbirliğine gireceği ve zamanla ABD ile küresel düzlemde karşı karşıya getireceği bir başka Orta Doğu ülkesi daha bulunuyordu: İran.

İran’ın küresel stratejisi taraf tutmak değil, ABD, AB ve Çin gibi büyük güçlerin her biriyle yaptığı ve yapacağı anlaşmayı diğerleriyle yapacağı anlaşmalarda etkin bir zemin ve koz olarak kullanmaktır.

ABD gözünden Çin-İran anlaşması
İran’ın bölge ülkeleriyle ilişkilerinde ideolojik ve stratejik çıkarları uyuştuğu müddetçe son derece istikrarlı dış politika örüntüleri gözlemlenmesine karşın küresel ölçekli güçlerle ilişkilerini daha ikircikli olarak tanımlamak mümkün. Bu bağlamda İran’ın herhangi bir büyük devletin tarafını seçmek yerine çok taraflı bir dış politika izlediğini, eşit mesafeli ve dengeli ilişkiler kurmak suretiyle çıkar maksimizasyonu hedeflediği gözlemleniyor. Nitekim İran’ın pragmatist Ruhani hükümeti 2015 yılında ABD ve AB ülkeleriyle tarihi nükleer anlaşmayı imzalarken bir yandan da yoğun bir şekilde Çin ile görüşmeler gerçekleştiriyordu. Batı, nükleer anlaşmayı imzalamak ve yaptırımları kaldırmak için İran’a esasında üstü kapalı ve dolaylı siyasi önkoşullar içeren bir paket sunuyordu. Buna göre İran’ın uluslararası nükleer güç statükosu ve uluslararası ekonomik sisteme entegrasyonuyla kademeli olarak gerçekleşecek sosyo-ekonomik ve siyasi bir dönüşüm yaşaması umuluyordu. Meseleye İran tarafından bakıldığında ise yaptırımların kaldırılması İran’ın Batı ile ilişkilerinden daha çok Çin ile yatırım ve ticaret işbirliğine ivme kazandıracaktı. Nitekim 2015 yılında yaptırımların hafiflemesiyle birlikte Çin İran’a hatırı sayılır insan kaynağı gönderdi, çok sayıda orta ölçekli Çin şirketinin İran’a gelerek ortaklık opsiyonlarını kolaçan etmesine ön ayak oldu ve İran ekonomisi içerisinde bir keşif turuna çıktı. Trump döneminde nükleer anlaşmanın bozulması her ne kadar Çin’in İran ile ekonomik ilişkilerini dizginlese de 2015-2021 yılları arasında İran’ın en büyük ticaret ortağı ve petrol ihracatı yaptığı ülkenin doğrudan veya dolaylı yollarla Çin olduğu görülüyor. [6] 2021 Mart ayında ise Çin’in İran’dan petrol alımı tüm yaptırımlara karşın rekor seviyelere ulaştı. [7] Dolayısıyla 2021 Mart ayında Çin ile İran arasında imzalanan 25 yıllık anlaşma, İran’ın ABD ile nükleer anlaşmaya alternatif olarak imzaladığı siyasi bir anlaşma değil, 2015 yılından beri nükleer anlaşmanın getireceği ekonomik kalkınma potansiyelini destekleyecek ve oyunun bizzat parçası olan bir anlaşmadır.

Çin-İran anlaşması içerik bakımından ABD müttefiki olan diğer bölge ülkeleriyle imzalanan stratejik anlaşmalara benzer nitelikte. Öte yandan Biden döneminde henüz çıkmazdan kurtulamayan ABD-İran nükleer görüşmeleri de hesaba katıldığında, Çin-İran anlaşmasının ABD tarafından küresel düzlemde seyreden Çin-ABD güç geçişi açısından bir tehdit olarak algılandığı görülüyor. Zira Çin’in ABD-İran ilişkilerinin kritik bir döneminde İran ile bir anlaşmaya imza atması uluslararası sistemin bazı temel prensip, kural ve kurumlarına karşı birkaç noktada açık bir meydan okuma olarak algılanıyor. İlk olarak, Çin mevcut uluslararası sistemin en önemli disiplin mekanizmalarından biri olarak kabul edilen ekonomik yaptırımlara karşı ortak bankacılık ve petrol ticaretinde milli para kullanımı gibi alternatif mekanizmalarla yaptırımları pas geçebileceğinin sinyalini veriyor. Bu ise küresel düzlemde ABD’nin en önemli kozu olan ekonomik yaptırımların etkinliğine yönelik önemli bir darbe olarak algılanıyor. İkinci olarak, Çin İran ile bu anlaşmayı imzalayarak Batı’nın örtülü olarak sunduğu siyasi önkoşulu ortadan kaldırarak güçlü ve müdahaleci bir devlet kapasitesiyle ekonomik kalkınmayı hedefleyen kendi alternatif modernleşme modeli konusunda İran ile alternatif bir sistem görüşü çerçevesinde bir araya geliyor. Bu durum, ABD nezdinde Çin’in küresel güç geçişine yönelik sistemsel tehdit algılarını İran vakası üzerinden su yüzüne çıkarıyor. Nitekim Biden’ın son günlerde yaptığı açıklamalarda, Çin kalkınma modeli ile Biden yönetiminin tüm dünyaya bugünlerde yeniden hatırlatmaya çalıştığı liberal-demokratik ilkeleri hedefe alan liberal kalkınma modeli arasında küresel bir rekabet yaşanacağına dair tehdit algısı gözlemleniyor. [8] Kısacası Çin-İran anlaşması, Çin ve ABD arasında yaşanması beklenen küresel güç geçişine ilişkin önemli bir eşiğin sinyali olarak algılanıyor.

Anlaşmanın İran’a olası etkileri
Mevcut göstergeler, ABD ile nükleer anlaşma sorunsuz bir şekilde devam etmiş olsaydı dahi İran’ın Çin ile stratejik anlaşmaya imza atacağını ve küresel arenada büyük devletlerle çok taraflı bir dış politika izleyeceğini gösteriyor. Öte yandan, ABD ile mevcut sıkışmış ilişkiler çerçevesinden bakıldığında anlaşmanın uzun vadede bazı önemli etkileri olabilir.

İlk olarak, yaptırımlar sebebiyle petrol satışında sıkıntı yaşayan İran, bu anlaşmayla Çin’den petrol satışı ve enerji altyapısı geliştirme garantisi almış bulunuyor. Özellikle anlaşma maddeleri gereğince bankacılık sektöründe yapılması beklenen yeni düzenlemeler ve petrol satışında dolar yerine milli paranın kullanılacak olması İran ekonomisini bir nebze rahatlatacaktır. Söz konusu ekonomik açılımın İran’ın uluslararası yaptırımlar sebebiyle yaşadığı izolasyonu hafifletecek etkiye sahip olduğu görülmekte. İkinci olarak, Çin’le imzalanacak altyapı geliştirme ortaklıkları yeni liman, demiryolu ve karayolu projeleriyle İran’ın komşu ülkelere açılacak ticari aktarma merkezi olma planını desteklemekte. Böylelikle İran Çin’in henüz limitli olarak erişebildiği Lübnan, Suriye ve Irak gibi “direniş ekseni” aktörlerinin hamisi olarak bu bölgelerde ekonomik ve çatışma sonrası yapılandırma gücünü, Çin de Orta Doğu’daki ekonomik varlığını pekiştirebilir. Üçüncü olarak, anlaşmayla birlikte ABD’nin nükleer anlaşmaya dönmek için elinde tuttuğu en büyük koz olan yaptırım kozunun sarsıntıya uğradığı söylenebilir. Bu bağlamda nükleer anlaşmanın geleceği açısından iki senaryo ön plana çıkıyor. Biden yönetiminin sadece İran’ın uluslararası nükleer statükoya geri dönmesini hedeflediği ilk senaryoda iki taraf arasındaki nükleer anlaşma süreci hızlanabilir. Öte yandan nükleer anlaşmaya İran’ın balistik füzeleri, bölgedeki askeri faaliyetleri ve bölge ülkeleriyle ilişkileri gibi kapsamlı bir takip anlaşmasının eklendiği ikinci bir senaryoda nükleer anlaşmaya geri dönüş konusunda olumlu bir gelişme beklenmemeli. Zira İran, yaptırımları hafifletme potansiyeli taşıyan bir Çin anlaşması kozuyla birlikte bu konularda ABD’ye taviz vermeyecektir.

Son olarak, Çin-İran anlaşması İran açısından Batı’yla görüşmeleri devam eden nükleer anlaşma ve Mali Eylem Gücü (FATF) gibi diğer önemli anlaşmaların yerine geçmeyecektir ancak bu anlaşmaların İran lehine başarıya ulaşmasını destekleyebilecek bir koz olarak karşımıza çıkacaktır. İran’ın küresel stratejisi taraf tutmak değil, ABD, AB ve Çin gibi büyük güçlerin her biriyle yaptığı ve yapacağı anlaşmayı diğerleriyle yapacağı anlaşmalarda etkin bir zemin ve koz olarak kullanmaktır. Fars diplomasisinin sürekli vurguladığı “uluslararası ilişkilerde çok taraflılık” ilkesinin stratejik manası budur.
Yorum Yazın