Yürümezsek hak yolda, erimezsek hak yolda, çürümezsek hak yolda, gök girsin, kızıl çıksın.
"Bir Türk'ün bir damla yaşı yok edecek dağı taşı, düşmanın başına arşı, gökyüzünü yıkacağız, erisin damla damla kar, gelmek üzere ilk bahar, hazırlansın tabutluklar yine girip çıkacağız."
Türkler sürekli olarak kendilerini Allah’ın ordusu olarak gördüler, “Kızıl Elma” adı altında sürekli olarak rahmani hedeflerin peşinde koştular, aslında hedeflerin bir çoğuna da ulaştılar, ulaşamasa bile o gaye uğrunda ölmeyi en büyük onur bildiler.
“Allah bu ümmete bir ordu gönderecektir. onlar ata binmede Araplardan çok üstün, silah kullanmada onlardan çok daha mahirdir. Bu kavim Türkler’dir. İşte Allah bu dini onlarla yeniden ihya edecektir!”
Hz.Muhammed (s.a.v)
Türklerin Allah'ın ordusu olduğunun kanıtı niteliğindeki savaşlarımız, 40 kişi ile Çin sarayını basan Kürşad, yıkılmaz denilen Konstantinopolis surlarını yıkan Fatih, her şey bitti dediğimiz anda tüm cihanı dize getiren Mustafa Kemal Atatürk, tüm iç ve dış hainlere rağmen dim dik ayakta duran günümüz Türkiyesi.
Kürşad ve 40 çerisi
Kürşad ve 40 çerisi, esaret altındaki bir toplumun egemenlere karşı giriştiği bir isyanın öncüleri, bu uğurda hayatlarını ortaya koyan, saygı duyulacak özgürlük savaşçılarıydı.
Kürşad ve çerilerinin hikayesi eski Çin kaynaklarında da, Türk kaynaklarında da neredeyse aynı şekilde anlatılır.
Sadece Çin kaynaklarında Kürşad'ın ismi Ashina Jiesheshuai (chie-shih-shuai) olarak geçmektedir. Kürşad 7. yüzyılda yaşamış bir Göktürk prensidir. Asıl adı Su Tiğin'dir. Kür ve şad sözcüklerinin birleşimiyle oluşan Kür şad lakabını Göktürk devletinin son kağanı, amcası Kara Kağan vermiştir. Babası 10. büyük Türk Hakanı olan Çuluk Kağan'dır. 621 yılına gelinceye kadar Göktürkler yapılan savaşlar ve Türk boylarının birleşmeleri sonucunda oldukça güçlenmiş ve zenginleşmiş, tarihlerinin en parlak dönemlerinden birini yaşamaktaydı. Ancak 621 yılında Çinlilerin komplosu sonunda Çulug Kağan'ın zehirlenerek öldürülmesiyle, Büyük Göktürk Kağanlığı ciddi bir kriz devresine girer. Çulug Kağan'ın ölümünden sonra kardeşi Kara Kağan hükümdar olur ve eski Türk gelenekleri gereğince de olsa, ölen abisinin Çinli eşiyle evlenmesi huzursuzluğa yol açar. Çünkü bu zehirlenme olayının arkasında Çulug Kağan'ın bir Çin prensesi olan eşi İ-çing hatunun parmağı olduğu iddia edilmektedir.
Kara Kağan'ın İ-çing Hatun'la evlenmesi Çinlilerin komplolarının devam etmesini de sağlar. İ-çing Hatun'un entrikaları ve Kara Kağan'ın yeteneksiz politikaları sonucu, bazı Türk boylarının Göktürklere başkaldırmaları ve yine o dönemde yaşanan kuraklığın ve soğuğun sonucunda gelen kıtlık seneleri halkın yaşamını olumsuz etkilerken, üstüne artan Çin baskısı her şeyi daha da zor hale getiriyordu. Bu gelişmeleri fırsat bilen Çinliler, kuzeye, Türk ülkesine büyük bir ordu gönderdiler. 629 senesinde yapılan savaşta Kara Kağan mağlüp oldu ve 100.000 Türk'le beraber Çinlilere esir düştü. Böylece Doğu Göktürk Devleti yıkılarak Çin imparatorluğunun esareti altına girdi. Kara Kağan'la birlikte binlerce Göktürk Çin'in başkenti Siganfu'ya götürüldüler. Siganfu'da esir edilen Göktürk halkına tahsis edilen alanlarda yaşamaya mecbur edildiler. Bu dönem Çin'de 18. imparatorluk hanedanı olan Tang hanedanından II. imparator Tai-Tsung hüküm sürüyordu.
Çin 50 milyon nüfusuyla dünyanın en büyük ülkesiydi ve Kuzey Çin'de esaret altında yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Çinliler, Türkler'i asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını imparatorluk ordusunda maaşlı subay olarak görevlendirmişlerdi. Ancak bu taktik işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. O dönemde Kürşad'da pek çok diğer Göktürk soylusu gibi Çin hükümdarı ordusunda subay durumundaydı. Ancak gerçek kimliğini hiç yitirmediği gibi gün be gün daha da bilenerek, kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemekteydi. Yüzyıllarca bütün Asya'nın efendisi olan Türkler, bu boyundurluktan kurtulmak için fırsat kolluyordu. Nihayet esaretin 10. yılında, yani 639 senesinde, genç Göktürk prensi Kürşad'ın girişimiyle 40 Türk soylusu birleşerek ihtilal komitesi oluşturuldu ve bu birliğin başına Kürşad getirildi. Kürşad'ın bu görevi kabul ederken tek şartı, ihtilalin başarılması halinde hükümdar olarak gösterilmemekti. Bu uğraşa, şahsi çıkarı için giriştiğinin düşünülmesini istemiyordu. Kürşad ve arkadaşlarının tek ve nihai amacı, Çinlileri Türk yurdundan kovmak ve Çin'de esir yaşayan Türkleri kurtarmaktı. Saray muhafız kıtasında görevli Göktürk askerlerinden alınan bilgilere göre imparator Tai Tsung, bazı geceler başkent sokaklarında yanına sadece bir danışman alarak, tebdilli kıyafetle, korumasız olarak dolaştığı biliniyordu.
Hazırlanan plana göre, böyle bir akşamda bir sokak baskınıyla Çin hükümdarı Tai Tsung yakalanarak rehin alınacak ve bu sayede Çin sarayına girilerek, orada rehin tutulan Kürşad'ın abisinin oğlu Urku Tiğin ve diğer Göktürk soyluları kurtarılıp, Urku Tigin Kağan ilan edilecekti. Böylece büyük bir ayaklanma başlatılacak, aynı zamanda Türk topraklarına kaçırılacak olan Çin imparatorunun hayatı karşılığında Türk toprakları Çinlilerden geri alınacaktı. Bir sokak baskınında imparatorun esir edilmesi oldukça kolaydı. Ancak bu işin yapılması karalaştırılan gece, aksi bir tesadüfle büyük bir fırtına patlak verdi. İmparator sarayından çıkmadı. Kürşad, gecikilirse ihtilalin duyulacağından ve Türklerin kılıçtan geçirilebileceğinden çekindi ve sarayı basıp imparatoru 40 çerisiyle ele geçirmek için harekete geçmeye karar verdi. Saraya doğru yürüyen 41 Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda çarpışmaya başlar. Kürşad ve yiğitleri, yüzlerce Çinli askerleri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder.
O dönem Çin yıllıklarının bazı ingilizce tercümelerinde baskınla ancak dışarıdan gelen takviye askerlerle başedilebildiği yazmaktadır. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur. Sağ kalan Göktürk askerleri ise Kürşad'ın önderliğinde saraydan çıkarak bey ırmağına doğru ilerler. Niyetleri ırmağı geçerek Ötüken'e doğru at koşturmaktır. Fakat sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular, köprüyü sürükleyip götürdüğünden dolayı karşıya geçemezler. Hemen arkalarından gelen Çin ordusuyla son kez cenge tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe şehit olurlar. Çatışmanın sonucunda artık sadece Kürşad sağ kalmıştır. Tek başına Çin hükümdarına karşı savaşmaktadır. En sonunda o da şehit olur.
639 yılının karanlık ve fırtınalı bir gecesinde Kürşad ve 40 yiğit Türk'ün hayal bile edilemeyecek saray baskını, Çinlileri kalplerinin derinliklerine kadar titretti. Tang hanedanının ünlü imparatoru Tai Tsung bu baskından canını zor kurtarması, sarayda ve halk arasında şoka ve paniğe sebep oldu. Kürşad ve 40 çerisinin yaptıkları bu inanılmaz ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfudaki bütün esir Göktürkleri serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Ancak ihtilal başarılamadı diye Çin boyundurluğu altındaki Türkler hiçbir zaman vazgeçmedi. Bütün Türk illerinde hiçbir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkan olmayan bir özgürlük rüzgarı esmeye başladı. Kürşad ve 40 çerisinin öyküsü ağızdan ağıza yayıldı. Birçok efsaneye konu oldu ve tutsak olan Göktürk halkı arasında milli bilinci uyarıcı bir etkisi yarattı. Ardından geçen 43 senenin sonunda 682 yılında, İlteriş Kağan'la Bilge Tonyukuk önderliğinde bozkurt başlı sancak tekrar kaldırıldı ve II. Göktürk Devleti kuruldu.
50 BİN KİŞİ İLE 200 BİN KİŞİLİK ORDUYU YOK EDEN ALPARSLAN
Malazgirt Meydan Muharebesi, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen bir savaştır. Alp Arslan'ın zaferi ile sonuçlanan Malazgirt Muharebesi, "Türklere Anadolu'nun kapılarında kesin zafer sağlayan son savaş" olarak bilinir.
1060'lar süresince Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan Türk müttefiklerinin Ermenistan ve Anadolu'ya doğru göç etmesine izin verdi ve Türkler buralarda şehirlere ve tarım alanlarına yerleştiler. 1068 yılında Romen Diyojen Türklere karşı bir sefer düzenledi, fakat Koçhisar şehrini geri almasına rağmen Türk atlılarına yetişemedi. 1070 yılında Türkler (Alparslan komutanlığında), günümüzde Muş'un bir ilçesi olan Malazgirt'te Manzikert (Bizans dilinde Malazgirt) ve Erciş kalelerini ele geçirdi. Daha sonra Türk ordusu Diyarbakır'ı aldı ve Bizans yönetimindeki Urfa'yı kuşattı. Ancak alamadı. Türk Beylerinden Afşin Beyi de güçleri arasına katıp Halep'i aldı. Alp Arslan Halep'te konaklarken Türk atlı birliklerinin bir kısmına ve Akıncı Beylere Bizans şehirlerine akınlar düzenlemesine izin verdi. Bu sırada da Türk akınlarından ve son gelen Türk ordusundan çok rahatsız olan Bizanslılar tahta ünlü komutan Romen Diyojeni çıkardılar. Romen Diyojen'de büyük bir ordu kurup 13 Mart 1071'de Konstantinopolis (bugünkü İstanbul)'ten ayrıldı. Ordunun mevcudu 200.000 olarak tahmin ediliyor. 12. yüzyılda yaşamış Ermeni bir tarihçi olan Edessalı Matta Bizans ordusunun sayısını 1 milyon olarak veriyor.
Bizans ordusu düzenli Rum ve Ermeni birlikleri dışında ücretli Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü, Uz, Peçenek, Kıpçak askerlerinden oluşuyordu. Ordu ilk olarak Sivas'ta dinlendi. Burada halkın coşkuyla karşıladığı imparator halkın dertlerini dinledi. Halkın Ermeni taşkınlık ve barbarlığından yakınmaları üzerine kentin Ermeni mahallelerini yıktırdı. Pek çok Ermeni'yi öldürüp, önderlerini sürgüne yolladı. Haziran 1071'de Erzurum'a vardı. Orada, Diyojen'in generallerinden bazıları Selçuklu bölgesine ilerlemeyi sürdürmeyi ve Alp Arslan'ı hazırlıksız yakalamayı teklif etti. Nikeforos Bryennios da dahil diğer generallerin bazıları da bulundukları yerde bekleyip pozisyonlarını güçlendirmeyi önerdi. Sonuç olarak ilerlemeye devam etme kararı verildi.
Diyojen, Alp Arslan'ın çok uzakta olduğunu veya hiç gelmeyeceğini düşünerek ve Malazgirt'i ve hatta Malazgirt yakınındaki Ahlat kalesini hızlıca geri ele geçirebileceğini ümit ederek Van Gölü'ne doğru ilerledi. Öncü kuvvetlerini Malazgirt'e gönderen imparator ana kuvvetleriyle yola çıktı. Bu sırada da Halep'te bulunan hükümdara elçiler göndererek kaleleri geri istedi. Elçileri Halep'te karşılayan hükümdar teklifi reddetti. Mısır'a hazırladığı seferden vazgeçip Malazgirt'e doğru 20.000-30.000 kişilik ordusuyla yola çıktı. Casuslarının verdiği bilgiyle Bizans ordusunun büyüklüğünü bilen Alp Arslan Bizans İmparatorunun gerçek hedefinin İsfahan'a (bugünkü İran) girmek ve Büyük Selçuklu Devletini yıkmak olduğunu sezdi.
Ordusundaki yaşlı askerlerin yolda kalmasına neden olan cebri yürüyüşüyle Erzen ve Bitlis yolundan Malazgirt'e varan Alp Arslan komutanlarıyla savaş taktiklerini görüşmek için Savaş Meclisini topladı. Romen Diyojen ise savaş planını hazırlamıştı. İlk saldırı Türklerden gelecek ve bu saldırıyı kırmaları durumunda da karşı saldırıya geçeceklerdi. Alp Arslan ise "Hilal Taktiği" konusunda komutanlarıyla uzlaşmıştı.
Meydan Muharebesi
26 Ağustos Cuma sabahı çadırından çıkan Alp Arslan Malazgirt'le Ahlat arasındaki Malazgirt ovasında, kendi ordugahının 7–8 km uzağında, ovaya yayılmış durumdaki düşman birliklerini gördü. Savaşı önlemek için imparatora elçiler göndererek Sultan barış teklifinde bulundu. İmparator, Sultanın bu önerisini ordusunun büyüklüğü karşısında bir korkaklık olarak yorumladı ve teklifi reddetti. Gelen elçileri soydaşlarını Hristiyan topluluğuna geçmelerine ikna etmek üzere ellerine birer haç tutuşturarak geri yolladı.
Düşman ordusunun büyüklüğünün kendi ordusundan daha büyük olduğunu gören Sultan Alp Arslan savaştan sağ çıkma ihtimalinin düşük olduğunu sezdi. Askerlerinin de hasımlarının sayı fazlalığı karşısında tedirginliğe düştüğünü fark eden Sultan bir Türk-İslam adeti olarak kefene benzeyen beyaz kıyafetler giydi. Atının da kuyruğunu bağlattı. Yanındakilere Şehit olduğu taktirde vurulduğu yere gömülmesini vasiyet etti. Komutanlarının savaş alanından kaçmayacağını anlayan askerlerin maneviyatı arttı. Askerlerinin Cuma namazına İmamlık eden Sultan atına binip ordusunun önüne çıkıp moral yükseltici ve maneviyat artırıcı kısa ve etkili bir konuşma yaptı. Allah'ın Kur'an'da zafer vaat ettiği ayetleri okudu. Şehitlik ve Gazilik makamlarına erişileneceğini söyledi. Tamamı Müslüman olan ve büyük çoğunluğu Türklerden oluşan Selçuklu ordusu savaş pozisyonuna geçti.
Bu sırada Bizans ordusunda dinsel ayinler yapılmakta ve Papazlar askerleri kutsamaktaydı. Romen Diyojende eğer bu savaşı kazanması durumunda (ki buna inancı tamdı) ününün ve saygınlığının artacağından emindi. Bizans'ın eski ihtişamlı günlerine döneceğini hayal ediyordu. En ihtişamlı zırhını giydi ve inci beyazı atına bindi. Ordusuna zafer durumunda büyük vaatlerde bulundu. Tanrı tarafından şeref, şan, onur ve kutsal savaş sevapları verileceğini duyurdu. Alp Arslan savaşı kaybetmesi durumunda her şeyini ve atalarından miras kalan Selçuklu devletini de kaybedeceğini çok iyi biliyordu. Romen Diyojen ise savaşı kaybetmesi halinde devletinin çok büyük güç, prestij ve toprak kaybedeceğini biliyordu. Her iki komutan da kaybetmeleri durumunda öleceklerinden emindi.
Romen Diyojen ordusunu geleneksel Bizans askerî kaidelerine göre düzenlemişti. Ortada birkaç sıra derinlikte çoğu zırhlı, piyade birlikleri ve bunların sağ ve sol kollarında süvari birlikleri yerleştirilmişti. Romen Diyojen merkeze; General Bryennios sol kanata ve Kapodokyalı General Alyattes ise sağ kanata komuta ediyordu. Bizans ordusunun gerisinde büyük bir rezerv bulunuyordu ve bu özellikle taşra eyaletlerinde nüfuzlu kişilerin özel ordularının mensuplarından oluşuyordu. Geri rezerv ordusunun komutanı olarak genç Andronikos Doukas seçilmişti. Romen Diyojen'in bu tercihi biraz şaşırtıcı idi; çünkü bu genç komutan eski imparatorun yeğeni ve Caesar Yannis Doukas'ın oğlu olup, bu kişiler açıkça Romen Diyojen'in imparator olmasının aleyhindeydiler.
Savaş öğle saatlerinde Türk atlılarının toplu ok saldırısına geçmesiyle başladı. Türk ordusunun çok büyük bir çoğunluğu atlı birliklerden oluştuğundan ve neredeyse hepsinde de ok olduğundan bu saldırı Bizanslılarda önemli miktarda asker kaybına neden olmuştu. Ama yine de Bizans Ordusu saflarını bozmaksızın korudu. Bunun üzerine ordusuna yanıltıcı bir çekilme buyruğu veren Alp Arslan gerilerde gizlediği küçük birliklerinin tarafına doğru çekilmeye başladı. Bu gizlediği birlikler az miktarda organize olmuş askerlerden oluşuyordu. Türk ordusunun arka saflarında bir Hilal biçiminde yayılmışlardı. Türklerin hızlıca çekildiğini gören Romen Diyojen Türklerin saldırı gücünü yitirdiğini ve sayıca fazla olan Bizans ordusundan korktukları için kaçtıklarını düşündü. En baştan beri Türkleri yeneceğine inanmış imparator bu bozkır taktiğine kanıp kaçan Türkleri yakalamak için ordusuna Saldır buyruğu verdi. Çok az zırhları olduğu için hızlıca geri çekilebilen Türkler, zırh yığınına dönmüş Bizans süvarileri tarafından yakalanamayacak kadar hızlıydı. Ancak buna rağmen Bizans ordusu Türkleri kovalamaya başladı. Yan geçitlerde pusu kurmuş Türk okçuları tarafından ustaca vurulan ama buna aldırmayan Bizans ordusu saldırıya devam etti. Türkleri iyice kovalayıp yakalayamayan, üstüne bir de çok yorulan (üstlerindeki ağır zırhların etkisi büyüktü) Bizans ordusunun hızı durma noktasına geldi. Türkleri büyük bir hırsla kovalayan ve ordusunun yorulduğunu anlayamayan Romen Diyojen yine de takip etmeye çalıştı. Ancak bulundukları mevziden çok ileri gittiklerini ve çevreden saldıran Türk okçularını görüp kuşatıldığını çok geç zamanda anlayan Diyojen geri çekilme buyruğu verme ikilemindeydi. Tam da bu ikilemdeyken geri çekilen Türk süvarilerinin yönlerini tam Bizans ordusu üzerine geçip hücuma kalkmaları ve geri çekilme yollarının da Türkler tarafından kapatıldığını gören Diyojen paniğe kapılarak 'Çekil' buyruğu verdi. Ancak ordusu çevrelerindeki Türk hatlarını yarıncaya kadar yetişen Türk ordusunun ana kuvvetleri Bizans ordusunda tam bir panik başlattı. Kaçmaya kalkan generalleri görüp daha da paniğe kapılan Bizans askerleri en büyük savunma güçleri olan zırhlarını da atıp kaçmaya çalıştı. Bu sefer de ustaca kılıç kullanan Türk kuvvetleriyle eşit duruma düşüp büyük çoğunluğu yok oldu.
Türk Soyundan gelen Uzlar, Peçenekler ve Kıpçaklar; Afşin Bey, Artuk Bey, Kutalmışoğlu Süleyman Şah gibi Selçuklu komutanları tarafından verilen Türkçe emirlerden etkilenen bu süvari birlikleri de soydaşlarının yanına katılınca Bizans ordusu süvari gücünün önemli bir kısmını kaybetti. Sivas'ta soydaşlarına yaptıklarının acısını çıkartmak isteyen Ermeni askerleri her şeylerini bırakıp savaş alanından kaçınca Bizans ordusu için durumun vahameti arttı.
Ordusunu komuta etme olanağının kalmadığını gören Romen Diyojen yakın birlikleriyle kaçmaya kalktıysa da artık bunun imkânsız olduğunu gördü. Sonuçta tam bir bozgun havasına giren Bizans ordusunun büyük bölümü akşam hava kararıncaya kadar yok edildi. Kaçamayıp sağ kalanlar teslim oldular. İmparator omzundan yaralı olarak ele geçirildi.
Tüm dünya tarihi için büyük bir dönüm noktası niteliğinde olan bu savaş zafer kazanan komutan Alp Arslan'ın yenik İmparator IV. Romen Diyojen'le antlaşma yapmasıyla son buldu. İmparatoru bağışlayan ve ona iyi davranan Sultan antlaşmaya göre İmparatoru serbest bıraktı. Antlaşmaya göre imparator kendi fidyesi için 1.500.000 denarius, vergi olarak da her yıl 360.000 denarius ödeyecek; ayrıca Antakya, Urfa, Ahlat ve Malazgirt'i de Selçukluya bırakacaktı. Tokat'a kadar kendisine verilen Türk birliği eşliğinde Konstantinopolis'e doğru yola çıkan imparator Tokat'ta toplayabildiği 200.000 kadar denariusu kendisiyle birlikte gelen Türk birliğine verip Sultan'a doğru yola çıkardı. Tahta kendi yerine VII. Mikhail Dukas'ın çıktığını öğrendi.
Romen Diyojen ise geri dönmekte iken Anadolu'ya dağılmış ordunun kalanlarından derme çatma bir ordu düzenlemiş ve kendisini tahttan indirenlerin ordularına karşı iki çatışma yapmıştır. Her iki muharebede yenilerek Kilikya'da bir küçük bir kaleye çekildi. Orada teslim oldu; keşiş yapıldı; katır üzerinde Anadolu'dan geçirildi; gözlerine mil çekildi; Proti (Kinalıada)'daki manastıra kapatıldı ve orada birkaç gün içinde yaraları ve enfeksiyon nedeni ile öldü.
VII. Mikhail Dukas, Romanos Diyojen'in imzaladığı antlaşmanın geçersiz olduğunu ilan etti. Bunu haber alan Alparslan da ordusuna ve Türk Beylerine Anadolu'nun fethi emrini verdi. Bu emir doğrultusunda Türkler Anadolu'yu fethe başladılar. Bu saldırılarda sonu Haçlı Seferleri ve Osmanlı İmparatorluğu'na varacak bir tarihi süreci başlamıştır.
Bu savaş, Anadolu'nun Türklerin tam olarak eline geçmesi için, savaşçı olan Türklerin, eski Cihad Akınlarını tekrar başlatacağını gösteriyordu. Abbasiler döneminde biten bu akınlar, Avrupayı İslam tehdidinden kurtarmıştı. Ancak Anadolu'yu ele geçiren ve Hristiyan Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon bölge oluşturan Bizans devletinin çok büyük bir güç ve toprak kaybına neden olan Türkler, aradaki bu bölgeyi ele geçirerek Avrupa'ya başlayacak yeni akınların habercisi oluyordu. Ayrıca İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler bu birlikteliği Hristiyan Avrupa'ya karşı kullanacaktı. Bütün İslam dünyasının Türklerin önderliğinde Avrupa'ya akın başlatmalarını önceden gören Papa, önlem olarak Haçlı Seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı. Ancak yine de Türklerin Avrupa'ya yaptığı akınları durduramayacaktı. Malazgirt savaşı, Türklere Anadolu'nun kapılarını açan ilk savaş olarak kayıtlara geçti.
İSTANBUL'UN FETHİ
İstanbul'un Fethi ya da Konstantinopolis'in Düşüşü, 6 Nisan-29 Mayıs 1453 tarihleri arasındaki kuşatmanın sonucunda Osmanlı Padişahı II. Mehmet komutasındaki birliklerin Bizans İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u ele geçirmesi.
İstanbul, daha önce de defalarca kuşatılmıştı; VII.-VIII. asırlarda Emeviler ve Abbasiler tarafından kuşatıldı ancak başarısız olundu. Osmanlılar da şehri daha önce kuşatmıştı, Mateos Kantakuzinos'un Bizans tahtına geçmesini sağlamışlar ve ödül olarak Çimpe Kalesi'ni alarak Rumeli'de ilk kez toprak kazanmışlardı. Rumeli'ye geçişle beraber bölgede sınırları genişleyen Osmanlılar ilk kez I. Bayezid komutasında 1395 yılında İstanbul'u kuşattı. Bazı kaynaklarda ise 1391 tarihli farklı bir kuşatmadan söz edilmektedir. I. Bayezid'in kuşatmasında mancınıklar kullanıldı, kuşatma üzerine Macar Krallığı günümüz Bulgaristan topraklarına taarruz etti ve İstanbul kuşatması sonlandırıldı. Ertesi yıl kuşatma tekrar başladı ve bu sefer deniz bağlantısını tümüyle koparmak için Anadolu Hisarı inşa edildi. Bizans imparatorunun ateşkes talebi üzerine kuşatma kaldırıldı. Ankara Savaşı'yla beraber Osmanlı Devleti Fetret Devri'ne girdi. Bu dönemde Bayezid'in oğullarından Musa Çelebi tarafından 1412 yılında İstanbul tekrar kuşatıldı. Musa Çelebi, kargaşanın Bizans yüzünden olduğuna ve bazı rakip şehzadelerin Bizans tarafından desteklendiğine inanıyordu. Ancak rakip şehzadelerden Çelebi Mehmet'in harekete geçmesi sebebiyle bu kuşatma da kaldırıldı. Dördüncü kuşatma ise II. Murat döneminde oldu; II. Murat elçiler göndererek Düzmece Mustafa'nın desteklenmemesini talep etti ancak karşılık bulamadı. İsyan ile uğraşan II. Murat, Şehzade Mustafa'ya yardım ettiğine inandığı Bizans İmparatorluğu'nun üzerine yürüdü ve kuşatma başladı. Bizans İmparatoru VII. Yoannis'in Karadeniz kıyılarındaki bazı toprakları ve haraç vermeyi teklif etmesiyle bu kuşatma da kaldırıldı. II. Mehmet tahta geçtiğinde etrafı bütünüyle sarılmış bir şehirle karşı karşıyaydı.
KUŞATMA ÖNCESİ
Bizans: Dördüncü Haçlı Seferi'nde zincir kullanan Bizans İmparatorluğu, bu kuşatmada da Haliç'e zincir gerdi. Dövme demirden imal edilen zincir farklı biçimdeki baklalardan oluşmaktaydı. Önceden farklı devletlerin saldırılarına maruz kalan Bizans, zincir kullanımıyla ilgili geçmişteki eksikleri giderebilmişti. 1204 yılındaki Haçlı saldırısında zincirin Galata'da bağlı olduğu kule Haçlılar tarafından ele geçirilmiş ve zincir safdışı bırakılmıştı. Bundan dolayı Bizanslılar kuleyi güçlendirdi ve etrafını surlarla çevirdi. 1453 yılındaki kuşatma için Bizans donanması takviye edildi, Şubat 1453'te limandaki gemilerin kalması rica edildi fakat birçoğu şehirden kaçtı; sonuç olarak 2 Nisan 1453'te Bartalomeo Soligo tarafından yaptırılan zincir Kastellion ile Eugenios kuleleri arasına çekilerek Haliç kapatıldı ve zincirin arkasında Bizans donanması nöbete başladı. Zincir halkaları aynı değildi, kalınlıkları 1,9 ilâ 6,2 cm arasında değişebilmekteydi.
Bizans'ın bir başka savunma aracı ise grejuva idi. Grejuva, suda sönmüyordu ve hem kara hem deniz savaşında etkin şekilde kullanılacaktı. Fakat Bizans başkenti mezhepsel iç sorunlarla uğraşmaktaydı; 1439 yılında Katolik-Ortodoks kiliselerinin birleşmesi kabul edildi ve olaya Bizans halkı tepki gösterdi. Bazı kaynaklar, halkın "Konstantinapolis'de Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim!" düşüncesini paylaştığını belirtmektedir. İmparator Konstantin'in Avrupalı devletlerden istediği yardımlar da mezhepsel sorunlar sebebiyle aksamaktaydı. Kuşatmadan önce Bizans halkına moral aşılamak için önünde Meryem Ana resmi bulunan bir kafile İstanbul sokaklarında dualar eşliğinde ilerlemeye başladı; resmin yere düşmesi ve ardından yağmur yağması sebebiyle Bizans halkı endişelendi. Halk arasında olumsuz söylentiler dolaştı. Kuşatmadan önce ortalıkta dolaşan bazı kehanet söylentileri şehrin düşeceği yönündeydi; bunun da halk üzerinde olumsuz etki yaptığı düşünülmektedir. Kuşatma esnasında sıkıntı çekilmemesi için erzak, mühimmat depoları takviye edildi; çeşitli ülkelerden gelen askerlerle muhafızların sayısı arttırıldı ve şehir surları güçlendirildi. Papalık tarafından üç kadırgayla beraber 200 asker ve mühimmat gönderildi, 30 geminin ise sefer için hazırlanmakta olduğu bildirildi. Ocak 1453'te iki gemiyle beraber Cenevizli komutan Giovanni Giustiniani komutasındaki 700 askerle yardıma geldi. İmparator Konstantin tarafından Guistiniani başkomutan olarak atandı. Muharebe Bizans zaferiyle sonuçlanırsa Giustiniani'ye Limni adası verilecekti.
Bizans'ın savunma planında ana unsur İstanbul surları idi. İlk olarak 410-442 yılları arasında, 1400 hektarlık alanı kapsayacak şekilde 19 kilometre uzunluğunda Konstantin surları inşa edilmişti. Nüfusun artmasına bağlı olarak II. Theodosius, yaklaşık 1400 metre açığa yeni surlar inşa ettirdi. Bu surların yüksekliği 11 metre, genişliği ise 4,8 metre idi. Surlar tek sıradan oluşmuyordu, ana surun 14,5 metre önünde 8 metre yükseklikte ön surlar bulunuyordu. Bu surların genişliği ise 0,5 ila 1,5 metre arasında değişmektedir. Ön surların da önü tahminen 1000'li yıllarda yapılan çalışmalarla 18 metre genişlikteki hendeklerle çevrilmişti. İstanbul surları sadece karadan gelebilecek taarruza karşı tasarlanmamıştı; kentin deniz kıyısı da bütünüyle surlarla çevriliydi. Günümüzde Sarayburnu olarak bilinen bölge bütünüyle denizden izole edilmişti. 8,5 kilometre uzunluktaki deniz surları yine II. Theodosius tarafından yaptırılmıştı. 36 kapısı, 101 kulesi ve 27 burcu bulunmaktaydı. Haliç kıyısını ören Galata surlarının yapımı ise 439'da başlamıştı. 5,2 kilometre uzunluğa sahip bu surlar 2 ilâ 3 metre genişlikteydi ve 20 kapısı, 172 kulesi bulunmaktaydı. Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin bulunduğu yerde de bir iç kale bulunuyordu. XIV. yüzyılda yaşanan Bizans-Ceneviz Savaşı sebebiyle Galata surlarının da önü hendeklerle çevrilmiştir. İstanbul'un su sistemi de geliştirilmişti. Yaklaşık 250 kilometre uzaklıktaki Yıldız Dağlarından, civardaki derelerden kemerlerle su getirilmekteydi. Getirilen sular, sarnıçlara aktarılmaktaydı.
Osmanlı: 1444'te tahtından feragat eden II. Murat, kendi isteğiyle yerini oğlu Mehmet'e bıraktı. II. Mehmet 12 yaşındaydı ve acemi görülüyordu, dönemin sadrazamı Çandarlı Halil Paşa bu kararı uygun bulmamıştı. Bu taht değişikliği üzerine bir Haçlı ordusu kuruldu ve Osmanlı üzerine yürüdü, devlet adamlarının ricasıyla II. Murat geri geldi ve başkomutan olarak yönettiği Varna Muharebesi'ni kazandı. Bu muharebeden sonra devlet adamlarının da telkinleriyle II. Murat tekrar tahta çıktı, tahttan indirilen veliaht Mehmet Manisa'ya gönderildi. Kasım 1445'te II. Murat tekrar tahtı oğlu Mehmet'e bıraktı, Mehmet'in ikinci hükümdarlığında Edirne'de yangın ve yağma olayları yaşandı. Halil Paşa'nın ve diğer devlet adamlarının girişimleriyle Mehmet tekrar tahttan indirildi. Hammer'a göre II. Mehmet'e tekrar tahttan inmesi teklif edilmedi, Halil Paşa kendisine birlikte ava gitmeyi önerdi ve genç Mehmet tahttan indirildiğini avdan dönünce öğrendi. 1444-46 arasında geçici olarak hükümdarlık yapan II. Mehmet, 1451'de babasının ölümü üzerine son defa tahta çıktı. Sadrazam Halil Paşa tarafından sürgün edilen Zağanos Paşa, II. Mehmet'in müdahelesiyle Edirne'ye geri döndü. Halil ile Zağanos paşaların arasındaki anlaşmazlık kuşatmada da görülecek; Halil Paşa kuşatmadan vazgeçilmesini, Zağanos Paşa ise tam aksine kuşatmanın sürdürülmesini isteyecekti. Tahttan indirilmesine sebep olduğu ve kuşatmayı uygun görmediği için Halil Paşa'nın II. Mehmet tarafından düşman olarak algılandığı belirtilmektedir.
İstanbul'un deniz bağlantısını tümüyle kesmek, kuşatma esnasında şehre herhangi bir yardımın gelmesi önlemek için II. Mehmet, Rumeli Hisarı'nın yapımını gerekli gördü. Konumu I. Bayezid'in yaptırdığı Anadolu Hisarı'nın karşısıydı; 1452 yılının nisan ayında inşa çalışmaları başladı. Hisarın yapımında beş veya altı bin işçinin çalıştığı belirtilmektedir. II. Mehmet inşaatla bizzat ilgileniyordu. Ağustos ayında inşaat bitti; hisarın on üç burcu bulunmaktaydı. Üç büyük burcun üstü kurşun çatı ile örtüldü. 400 askerin ve hisarın komutası Firuz Ağa'ya verildi. Rumeli Hisarı'nın inşası ve boğaz trafiğinin kapatılması Bizans İmparatorluğunu endişelendirmiştir. Hisarın yapımının durdurulması için gönderilen iki Bizans elçisi, II. Mehmet'in emriyle idam edildi. Kasım 1452'de iki Venedik gemisi boğazdan geçme teşebbüsünde bulundu, iki hisardan da ateş açıldı ve Antonio Rizzo adlı kaptanın gemisi batırıldı. Denize atlayarak kurtulan Rizzo, esir alındı ve Edirne'ye götürülerek kazığa oturtuldu. Kaptanın affedilmesi için İstanbul'dan ayrılan Venedik elçisi, infazın yapıldığını görünce geri döndü ve Osmanlıların Venedik'e de savaş açtığı kabul edildi.
Askerî hazırlıklarda dönemine göre büyük topların yapımına başlandı. Bizans zindanlarından lağımcılar tarafından kaçırılan Urban adlı bir mühendisin yaptırdığı şahi topu bunlardan biriydi, tek güllesi 550 kilogram civarındaydı ve topun uzunluğu 8, çevresi de 2.5 metreydi. Bu topun İstanbul'a götürülmesini Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa üstlendi. Osmanlı ordusunun mevcudu hakkında çeşitli düşünceler bulunmaktadır, Hammer'a göre 250.000, Barbaro'ya göre 160.000, Sfrantzes ve Dukas'a göre 200.000 asker idi. Kuşatmada denizden destek vermesi için Osmanlı Donanması da hazırlanmıştı; Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın komutasına verilen filonun mevcudiyeti hakkında farklı düşünceler mevcuttur; Dukas 300, Yeorgios Francis ise 160 demektedir.
KUŞATMA
Kuşatmadan önce kentin çevresindeki bazı kaleler ve kasabalar Karaca Paşa komutasındaki 10.000 asker tarafından ele geçirildi. Bizans İmparatoru Konstantin, son diplomatik girişim olarak kent dışındaki Rum köylerinin ve bu köylerde yaşayan sivillerin zarar görmemesini rica etti ancak II. Mehmet tam aksini yaparak Rum köylerinde hayvanların otlanmasını ve rastlanılan köylülerin derhal öldürülmesini emretti. İmparator Konstantin'in tepkisi ise İstanbul kapılarını kapatmak ve kentteki Türkleri hapsetmek oldu. Konstantin'in kardeşleri tarafından yönetilen Mora Despotluğu üzerine Osmanlı saldırıları başladı.
6 Nisan 1453'te Osmanlı kara ordusu, Haliç'ten Marmara'ya uzanacak şekilde surların önüne mevzilendi. Aynı gün, Bizans ve müttefikleri tarafından zayıf bulunan Adrianapolis Kapısına (Edirnekapı) İmparator Konstantin ve askerleri konuşlandı. Megadük Lukas Notaras ise yüz süvariyle birlikte limanı ve çevresini korumakla görevliydi. Konstantinopolis'te tutulan şehzade Orhan Bey ise askerleriyle birlikte kıyıdaki mahalleleri korumaktaydı. 6 Nisan'da moralleri yükseltme amacıyla imparatorun emriyle zırhlı ve silahlı yaklaşık bin asker, Osmanlı ordusu görecek biçimde surlarda yürüyüş yaptı. Bizans savunmasının biçimi şöyleydi; St. Romanos Kapısı (Topkapı) Giustiniani ve askerlerince tutulmaktaydı, St. Romanos ve Adrianapolis kapıları arası genel olarak Bizans-Ceneviz kuvvetlerince muhafaza ediliyordu. St. Romanos ile güneydeki Selymbria (Silivri) Kapısı arası savunmayı ise Bizans-Venedik kuvvetleri üstlendi. Osmanlı ordusu, hücumdan önce kentin etrafındaki varoşları yıktı. Topların konuşlanacağı yerleri seçmek için surların en zayıf kesimleri tespit edildi. Galata cephesinde Zağanos Paşa'nın kuvvetleri, surların güney kısmında Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa, kuzey kısmında da Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa konuşlandı. St. Romanos ile Adrianopolis kapıları arasındaki merkez cephesinde ise II. Mehmet, yeniçerileriyle birlikte konuşlandı. Bu bölgede Bizans tarafının en zayıf bulduğu surlar bulunmaktaydı. En zayıf kesimi tespit eden Osmanlılar, toplarını buna göre 11 Nisan'da konuşlandırdı; üç top Blaherne Sarayı, üç top Piyi (Silivrikapı), iki top Adrianapolis (Edirnekapı), dört top da St. Romanos (Topkapı) Kapısı önüne yerleştirildi. Osmanlıların döktürdüğü en büyük top, başta Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) önüne yerleştirildiyse de kapı dayanıklı bulundu ve daha zayıf görülen St. Romanos Kapısı önüne kaydırıldı, günümüzdeki "Topkapı" ismi bundan gelmektedir. Topların konuşlanmasından iki gün sonra Baltaoğlu Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması Prinkipos'u (Büyükada) ve Antigoni'yi (Burgaz Adası), Tarabya'daki bir Bizans kalesini de Osmanlı ordusu ele geçirdi.
Topların da konuşlanmasından sonra, II. Mehmet veziri Veli Mahmud Paşa'yı İmparator Konstantin'e göndererek şehrin teslimini istedi. Konstantin, şehri korumaya yeminli olduğunu ancak istenilirse vergi verebileceğini söyledi. 12 Nisan 1453'te Osmanlı topçu ateşi başladı. Dönemine göre kuvvetli görülen bu toplar, birçok kaynağa göre büyük gürültü çıkarmaktaydı ve şehri savunanların moralini bozmaktaydı. Osmanlı topları yaklaşık iki saatte dolduruluyordu, bundan dolayı topçu ateşi sık değildi. II. Mehmet, topların daha sık ateşlenmesini istedi ve sonuç olarak bir top patlayarak parçalandı, topu döken usta Urban ile çevresindekiler öldü. Topların bakımı için ordugahta bir tamirathane kurulmuş olsa da, tarihçi Hammer'a göre Urban'ın ölmesi sebebiyle parçalanan top tamir edilemedi. Macaristan Krallığı komutanı János Hunyadi'den mektup getiren bir elçi, Osmanlı topçularını acemi buldu ve topçular tarafından benimsenecek bir taktik öğretti; küçük toplarla sur üzerinde belirlenen bir hedef noktasının etrafı zayıflatılıyor, sonra büyük toplarla hedef noktasına gülle isabet ettirilerek surdan parçalar düşürülüyor ve gedik açılıyordu. Cenevizli komutan Giustiniani'nin askerleri, gediklere süratle demir kazıklar çakıyor ve üstlerini kayalarla, kum dolu varillerle dolduruyordu. Ayrıca şehirdeki ağaçlar da kesilerek bu gediklere yığılıyordu. Venedikli askerler de bir yöntem keşfetti; surların şehre bakan kısmını asmalarla donatıyorlar ve asma dallarını ıslatarak surla kaynaşmalarını sağlıyorlardı, böylece surdan parçaların düşmesi zorlaşmaktaydı. Osmanlı topçu ateşi, 18 Nisan gününe kadar devam etti.
Savaşta Osmanlıların haricinde Rumların da ateşli silahlara sahip olduğu bilinmektedir. 12-18 Nisan arasında süren Osmanlı topçu ateşi esnasında Rumların bir ağır topu parçalandı; olaya öfkelenen Rumlar topçu kumandanını hain olmakla suçladı ve öldürmek istedi. Ancak yeterli delil bulunamadığından kumandan serbest bırakıldı; bu sırada şehirde mahsur kalanlardan biri olan Alman mühendis Jean Grant, grejuvanın kullanım inceliklerini askerlerlere öğretmekteydi. Grejuvayı artık daha iyi kullanan askerler, St. Romanos kapısı önündeki bir Osmanlı topunu imha etmeyi başardı.
18 Nisan günü Osmanlı merkez ordusunun bulunduğu noktada, Bayrampaşa Deresi taraflarında birinci ve ikinci surlarda gedik açıldı. II. Mehmet'in emriyle surların önündeki hendek taşlarla, kum torbalarıyla dolduruldu. Osmanlı ordusu, gece taarruzu başlattı. Taarruzu desteklemek için II. Mehmet'in emriyle savaş kuleleri inşa edilmişti. Ancak Osmanlılar gece taarruzundan bir sonuç alamadı; yürüyen kuleler grejuvayla tutuştu ve surlara çıkmayı başaran Osmanlı askerleri de inatçı bir savunmayla karşılaştı. Aynı günlerde Osmanlılar deniz taarruzu da başlatmıştı; 15 Nisan 1453 tarihinde Haliç önlerine yığılan Osmanlı donanması, Bizans ve müttefik donanmalarının savunması sebebiyle zinciri kıramayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Her iki taarruzun da başarısızlığa uğraması Bizans tarafında moralleri yükseltti.
20 Nisan'da kaptan Flantanellas'ın komuta ettiği bir Bizans ve üç Ceneviz kalyonundan oluşan yardım filosu İstanbul'a yaklaştı. II. Mehmet, Baltaoğlu Süleyman Bey'i 18 gemi ile yardım filosunun üstüne gönderdi. Rüzgarı arkasına alan yardım filosu daha hızlı ilerlemekteydi ve Osmanlı gemileri bir türlü yanaşamamaktaydı. Günümüzde Yeşilköy adını taşıyan bölgenin açıklarında rüzgar kesilince dört kalyon hareketsiz kaldı; Osmanlı gemileri kürek çekerek kalyonlara yetişti. Çarpışmaların uzaması sebebiyle arkadan gelen Osmanlı gemileri de yetişti ve dört gemiden oluşan Ceneviz-Bizans filosunun etrafını yaklaşık 150 Osmanlı gemisi sardı. Ancak kalyonların Osmanlı kadırgalarından daha yüksek olması, en öndeki Osmanlı gemilerindeki tayfaların acemiliği sebebiyle üstünlük kurulamadı. Ağır kayıp verildiğini gören Baltaoğlu Süleyman Bey, donanmaya geri çekilme emri verdi. Hakim bir tepeden yenilgiyi gören II. Mehmet sinirlendi ve atını denize sürerek Baltaoğlu Süleyman'a emirlerini duyurmaya çalıştı. Ancak Osmanlı donanması yenilmişti, yardım filosu yoluna devam etti ve karanlık bastırınca Haliç'i kapatan zincirin gevşetilmesiyle iki Venedik gemisinin eşliğinde limana sığınarak Konstantinopolis'e yardımını başarıyla ulaştırdı. Ertesi gün II. Mehmet, on bin atlıyla beraber yenilginin hesabını sormak için donanma komutanlığına gitti. Baltaoğlu Süleyman Bey'i idam etmek isteyen öfkeli padişah, diğer devlet adamlarının yalvarması sonucu idamdan vazgeçti ancak Baltaoğlu'nu topuzuyla döverek azletti; boşalan kaptan-ı deryalığa Çalıbeyoğlu Hamza Bey getirildi.
GEMİLERİN KARADAN YÜRÜTÜLMESİ
Şehre yapılan hücumların başarısızlığından sonra yardım getiren kalyonların Osmanlı donanmasını yarıp geçmesi üzerine II. Mehmet, devlet adamlarıyla ve komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda Avrupa devletlerinin yardıma geleceğini tekrarlayan Çandarlı Halil Paşa, kuşatmanın kaldırılmasını ve Bizans'ın 70.000 duka altın vergiye bağlanmasını önerdi. Ancak aralarında II. Mehmet'in eniştesi Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani'nin de bulunduğu diğer kişiler bu öneriye itiraz etti. Buna rağmen toplantıda Haliç'e nasıl girileceği konusunda kimse teklifte bulunamıyordu. Mehmet tahta geçmeden 14 yıl önce Venedikli komutan Gattamelata, Adige'den Garda Gölü'ne gemilerini karadan götürmüştü. Gemilerin karadan yürütülmesinde bu olayın örnek alındığı tahmin edilmektedir.
İlk olarak Zağanos Paşa'ya Galata ile Konstantinopolis surları arasında kara bağlantısı kurmak için Haliç üzerine köprü kurması emredildi. Fakat bu köprünün Haliç'teki Bizans ve müttefik gemilerine karşı savunmasız olacağı düşünüldü. Bunun üzerine II. Mehmet, Diplonsion (Günümüz adı Beşiktaş) önlerindeki Osmanlı donanmasının Galata surları önünden kaydıralarak Haliç'e indirilmesini emretti. Ek olarak, Haliç surlarını ve Haliç'teki donanmayı vurmak için Galata civarında hakim tepelere toplar yerleştirildi. Gemilerin geçeceği mesafe 2 ilâ 4 kilometreydi ve ormanlıktı; güzergâh üzerindeki ağaçlar kesiliyor sonra da ağaçlar Cenevizlilerin verdiği zeytinyağı ile kayganlaştırılarak toprağa sabitleniyordu. Cenevizliler, savaş boyunca denge politikası izlemiş ve hem Bizans hem Osmanlı tarafına yardım etmiştir. Gemiler yürütülmeden önce, Galata taraflarına mevzilenen Osmanlı topçuları Haliç'teki gemileri topa tuttu. Bizanslıların fark etmemesi için gemiler 21-22 Nisan gecesi yürütüldü. Bu sırada dikkatlerini başka yöne çekecek biçimde St. Romanos Kapısı civarında büyük bir gedik açıldı. O gece şehirde bulunanlar, bu gediği kapatmakla meşgul oldu. Sabah olduğunda 72 Osmanlı savaş gemisi başarıyla indirilmiş ve Haliç'i kapatan zincir işlevsiz kalmıştı. Osmanlılar, planın ikinci aşaması olan ahşap köprünün yapımına başladı. 24 Nisan'da Giustiniani'nin bir kadırgası gemileri yakmak üzere yaklaştıysa da Osmanlı topçuları tarafından batırıldı. Olayın ardından Bizans tarafındakiler St. Maria Kilisesi'nde toplandı ve ikinci bir saldırı yaparak gemileri yakmayı gerekli gördü. Saldırı, Venedikli kaptan Jacomo Coco'nun komutasında gece vakti yapılacaktı. Gemileri saldırıya hazırlama bahanesiyle saldırıyı bir gün erteleten Galata Cenevizlileri, kazandıkları vakitten istifade ederek planı II. Mehmet'e gizlice iletti. Planı öğrenen II. Mehmet, Haliç'teki gemilerin takviye edilmesini ve kıyılara iki top daha yerleştirilmesini emretti. 28 Nisan gecesi Jacomo Coco komutasında grejuvayla yüklü iki veya üç gemi, Osmanlı gemilerine yaklaştı. Fakat saldırıdan haberdar olan Osmanlı donanması ateş açtı; Coco'nun gemisi batırıldı. Cabriel Trivixan komutasındaki diğer kadırga, topların gürültüsü sebebiyle Coco'nun gemisine olanları farketmedi ve ilerlemeye devam etti. Osmanlı topçuları bu kadırgayı da vurdu; gövdesinde delik açıldı, ancak iki mürettebatın pelerinlerini deliğe sıkıştırması sayesinde kadırganın su alması önlendi. Buna karşılık Osmanlıların bir gemisi yanmıştı, esir alınan denizciler şehirden görülecek biçimde öldürüldü. Misilleme olarak Bizanslılar da ellerinde bulunan 260 esiri infaz etti ve kesik başlarını surlara dikti.
HALİÇ SURLARININ DÖVÜLMESİ
Osmanlı gemilerinin Haliç'teki Bizans karşı taarruzlarını savuşturmasından sonra Galata'da mevzilenen topçular Haliç'teki gemilerle birlikte surları da bombalamaya başladı. Bunun üzerine Bizanslılar, Haliç surlarına asker kaydırmak zorunda kaldı. Yine de Osmanlı topçusu uzun mesafeden dolayı surları yıkamıyordu; 150 atıştan sadece 1 tanesi isabet etmiş ve bir kadın ölmüştü. Bombardımanda batan gemiler arasında Osmanlı'ya gizlice yardım eden Cenevizlilerin de gemileri vardı; Cenevizlilerin şikayetlerine cevaben II. Mehmet, Haliç'teki bütün gemilerin korsanlık yaptığını ve hasmane bir tutum gösterdiğini söyledi. Haliç surlarının hasar görmemesinden dolayı rahatlayan Bizanslılar, yoğun ateş altındaki gemilerini korumak için 3 Mayıs'ta Haliç surlarına iki adet top yerleştirdi. Açılan ateş sonucunda iki Osmanlı gemisi batırıldı. Osmanlıların tepkisi ise karşı kıyıya üç top getirerek bu iki topu ateş altına almak oldu, gece gündüz devam eden çatışmaya rağmen iki taraf da birbirinin toplarını imha edemedi.
Haliç'te karşılıklı bombardıman devam ederken, St. Romanos civarındaki surlar da bombalanmaktaydı. Sayısı arttırılan yürüyen kuleler şehir surlarından yüksekti ve içlerine küçük toplar yerleştirilmişti, bu kuleler vasıtasıyla Osmanlı askerleri açılan gediklerin kapatılmasına mani oluyordu. Surlardan düşen parçalarla dolan hendekler, Osmanlı ordusuna taarruz yapma fırsatı veriyordu. Bizans savunması Osmanlılara kayıp verdirmeye devam ediyordu; dört yürüyen kule yakılmıştı. Surların yeterince yıprandığını düşünen II. Mehmet, 6 Mayıs akşamı taarruz başlattı. Fakat sonuç alınamadı ve ağır kayıp veren ordu geri çekildi. Bu taarruzun ardından surların en yıpranmış bölgesi olan St. Romanos, 400 kadar Venedikli denizciyle takviye edildi. Bundan sonra topçu ateşi Kaligaria Kapısı (Eğri Kapı) ile Blakernai Sarayı arasındaki surlara yoğunlaştı. 12 Mayıs günü açılan gediklere giren Osmanlı ordusu, başlarda üstün geldiyse de Bizans ihtiyat güçlerinin yetişmesi sonucu püskürtüldü. Ardından tekrar taarruz yapıldı; bunda da Kaligaria'dan yardıma gelen bin kişilik Bizans kuvveti sebebiyle Osmanlılar sonuç alamadan geri çekildi.
Şehir savunması son taarruzları da püskürtmüştü ancak kıtlık başlamıştı. Papa Nicholas'ın söz verdiği Jacomo Loredan komutasındaki 30 kalyonluk filodan haber yoktu, İmparator Konstantin filonun ne zaman yetişeceğini öğrenmek üzere bir tekneyi gönüllü 10 kişiyle birlikte Euboea Adası'na (Eğriboz Adası) gönderdi. Osmanlı bayrağı çeken tekne, hiç kimseye yakalanmadan adaya ulaştı ve filonun gelmediğini gördü. Döndüklerinde şehrin düşmüş olmasından endişelenen gönüllüler, imparatora haberi ulaştırmayı gerekli gördü ve şehre geri döndü. Kuşatma sırasında şehirde bulunan Venedikli doktor Barbaro, filonun gelmediğini öğrenen Konstantin'in ümitlerini yitirdiğini ve ağladığını yazmaktadır.
Surlardaki direncin zayıflaması sebebiyle 13 Mayıs günü kaptan Trivixan ve askerleri gemilerini terkederek surlarda konuşlandı. Ertesi gün II. Mehmet, Haliç surlarına ve Bizans gemilerine ateş açan Galata'daki topların Blaherne Sarayı yakınlarına getirilmesini emretti. Bu toplar o güne kadar 91 kiloluk güllelerle 212 atış yapmıştı. Bizans tarafı ise kuşatma boyunca en fazla hasarı alan St. Romanos Kapısını tehlikede görerek 300 kadar piyade ve arbaletli askerle takviye etti. 16 Mayıs gecesi birkaç küçük Osmanlı gemisi süratle Haliç'e ilerledi, buna anlam veremeyen Bizans ve müttefik denizcileri gemilerde Osmanlı'dan kaçan Hristiyanların olduğunu zanneti ve ateş açmadı; fakat yaklaşan gemiler saldırınca karşılık verildi. İki tarafın da kaybı olmadı. 17 Mayıs'ta beş Bizans gemisi Haliç'in ağzına yaklaşarak zincir dışındaki Osmanlı donanmasına ateş açtı; yetmişten fazla gülle atıldıysa da herhangi bir isabet kaydedilemedi. 19 Mayıs sabahı Osmanlı ordusu, surlardan yüksek bir yürüyen kuleyi Adrianapolis Kapısı yakınlarına getirdi. Kat kat öküz/deve derisiyle kaplanmış ahşap bir iskeletten oluşuyordu ve iskeletin boşlukları toprakla doldurulmuştu, ok taş ve ufak güllelerin zarar veremediği bu kule sayesinde surdaki askerlere ok atılırken hendekler de toprakla dolduruldu. Aynı gün Osmanlı ordusu Haliç'in daraldığı yerde birbirine bağlanmış fıçılardan oluşan bir köprü inşa etti; Bizanslıların açabileceği bir ateşle yok edilmemesi için Haliç surlarındaki Kynegos Kapısı'na uzatılmadı. Bizans tarafı, yarım kalmış bu köprünün Kynegos Kapısı'na uzatılması ihtimaline karşın Haliç surlarına asker konuşlandırmak zorunda kaldı. 21 Mayıs'ta bütün Osmanlı donanması Haliç önlerine geldi, genel taarruzun başlayacağını zanneden şehir halkı paniğe kapıldı ve kiliselerde çanlar çalındı; fakat herhangi bir kara taarruzu olmadığı gibi Osmanlı donanması da birkaç saat sonra geri döndü. Kuşatma esnasında şehirde bulunan Venedikli doktor Barbaro'ya göre surlar aralıksız her gün bombalanmaktaydı; tarif ettiği bir top 544 kiloluk gülle atıyordu ve her atışı şehir içerisinde paniğe yol açıyordu.
YERALTI SAVAŞLARI
16 Mayıs sabahı Kaligaria Kapısı civarında yeraltından sesler işiten muhafızlar, Osmanlı lağımcılarının tünel kazdığını farketti ve bunu durdurmak üzere kendileri de bir tünel kazmaya başladı. Kısa süre içerisinde iki tünel buluşunca yeraltı savaşı başladı; Osmanlıların tünelini her ne pahasına olursa olsun yok etmekle görevli Bizans lağımcılarının kasten çıkarttığı yangın kendileriyle beraber Osmanlı lağımcılarının da ölümüne, her iki tünelin de çökmesine sebep oldu. Tünel girişimi önlenmişti ancak şehir halkıyla beraber İmparator Konstantin endişe kapılmıştı; henüz keşfedilmemiş Osmanlı tünelleri olabilirdi. Nitekim 21 Mayıs günü Osmanlı lağımcıları, gözetleme kulelerinden yoksun Kaligaria Kapısı civarında ikinci bir tünel daha açtı ve o da şehirdekiler tarafından farkedildi; önceki tünelde olduğu gibi Bizans lağımcılarının yine yangın çıkartacağını tahmin eden Osmanlı lağımcıları fırsat vermeden kendi tünellerini ateşe vererek kendileriyle beraber Bizans lağımcılarının da ölümüne yol açtı. Ertesi gün aynı yerde bir tünel daha keşfedildi; muhafızların döktüğü kızgın yağlar ile içerisindeki lağımcılar öldürüldü ve tünel ateşe verildi, aynı gün yakınlardaki henüz keşfedilmemiş bir Osmanlı tüneli çöktü. Şehri savunanlar arasında bulunan mühendis Jean Grant, başka tünellerin olup olmadığını öğrenmek için çalışmaya başladı ve kuşatmanın son haftasına girilirkenher gün birkaç Osmanlı tüneli daha keşfedilir oldu 23-24-25 Mayıs günleri yine aynı yerde başka tüneller bulundu. 25 Mayıs'ta farkedilen tünel surların altına ulaşmıştı; imha edilmesi halinde surların çökmesi mümkündü; Bizans lağımcıları tüneli duvarla kapatmakla yetindi.
SON HÜCUM
İmparatora teslim teklifi: Haliç'e indirilen donanma, şehirde başlayan kıtlık, yeraltındaki savaşlar ve surlardan yüksek yürüyen kuleden sonra Osmanlı ordusunun son hücum için hazırlıkları başlamıştı; 23 veya 24 Mayıs günü II. Mehmet, eniştesi İsfendiyaroğlu Kasım Bey'i İmparator Konstantin'e elçi olarak gönderdi. Teslim olmaları halinde Konstantin ve ailesinin arzu ettikleri yere güvenle gidebileceği, halkın canına ve malına dokunulmayacağı, son olarak Paleologos Hanedanı'yla dostane ilişkilerin kurulacağı ancak teslim olmazlarsa imparator ve diğer asillerin öldürüleceği, şehir halkının esir edileceği, orduya yağma için müsaade verileceği belirtiliyordu. İmparator şehri teslim etmeyi reddetti fakat vergi vermeye hazır olduğunu belirtti. Konstantin-Mehmet arası diyalogdan hemen sonra 25 veya 26 Mayıs günü Macaristan Krallığı elçisi ordugâha geldi, kuşatmanın kaldırılmaması halinde Macar-Bizans ittifakının kurulacağını ve büyük bir Haçlı donanmasının da yola çıkmış olduğunu iletti. Bahsedilen Haçlı donanması, Konstantin'in beklemekte olduğu Jacomo Loredan komutasındaki donanmaydı ve Sakız Adası'na ulaşmıştı. Bu tehditten sonra 27 Mayıs günü Osmanlı ordugâhında toplantı yapıldı; Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın endişelerine rağmen kuşatmanın sürdürülmesine ve 29 Mayıs'ta son hücumun yapılmasına karar verildi. Macar elçisi hapsedildi, hücum kararı ve günü Osmanlı ordusuna duyuruldu; şehrin fethedilmesi halinde bütün askerlerin üç gün boyunca şehri yağmalama hakkına sahip olduğu padişah tarafından ilan edildi. Ayrıca padişah, surların üzerine çıkacak ilk askere ödül vereceğini fakat savaştan kaçanları da idam ettireceğini ilan etmişti; yağma izninin çıkmasından sonra Osmanlı ordusunda şenlikler başladı ve çadırlar, gemiler ışıklandırıldı; şehirdekiler duyacak biçimde tekbir sesleri yükselmekteydi.
Artık surlar geceleri de bombalanıyordu ve savunmacılara gedikleri kapatmak için fırsat verilmiyordu, 28 Mayıs'ta St. Romanos Kapısı'nda açılan bir gediğe giren Osmanlı birlikleri Cenevizli Giustiniani'nin birlikleriyle çarpıştı ve püskürtüldü. Çarpışma esnasında komutan Giustiniani'yle dövüşen Murat Paşa, Giustiniani tarafından öldürüldü. O gece halkın ve asillerin katılımıyla Ayasofya'da ayin yapılarak insanların görev yerlerine gitmesi için gün boyu çanlar çalındı. Surların mazgallarına yerleştirilmek üzere Venedik elçisi Bailo tarafından getirtilen yedi araba dolusu kalkan, Bizanslı hamalların istediği paranın zamanında karşılanmaması sebebiyle yerleştirilemedi ve ertesi günkü son muharebede kullanılamadı. Sabah olmadan önce Giustiniani, hasar gören yerlerin tamiratıyla meşguldü ve harap haldeki St. Romanos Kapısı'nın ardına derin bir hendek ile siper yaptırdı. Giustiniani, yaptırdığı sipere yerleştirilmek üzere birkaç top istediyse de Megadük Notaras bunu reddetti.
Muharebe: Sultan Mehmet ordusunu üç gruba ayırmıştı; ilk grup yaşlılardan ve Hristiyanlardan, ikinci grup orduya katılmış Müslüman köylülerden ve azablardan, üçüncü grup ise yeniçerilerden oluşmaktaydı. Her grubun yaklaşık 50 bin askerden oluştuğu kaydedilmiştir. Ordunun büyük kısmı ağır hasarlı St. Romanos Kapısı önlerindeydi. İmparator Konstantin ve Giustiniani de bu hattı savunmak üzere birlikleriyle beklemekteydi. 29 Mayıs Salı günü güneş doğmadan Osmanlı ordusu namaz kıldı ve mehter takımı hücum marşı çalmaya başladı. Yaşlılardan ve Hristiyanlardan oluşan ilk grubun öncelikli görevi merdivenleri surlara taşımak idi. Güneş doğmadan muharebe başlamıştı fakat surlara dikilen merdivenler derhal Bizans askerleri tarafından devriliyor, surlara yaklaşan askerler de fırlatılan taşlarla oklarla öldürülüyordu. Bu grubun taarruzu iki saat sürdü. Çoğunluğu imha edilen bu grup, ordugâha doğru kaçmaya başladı. Fakat bir gün önce II. Mehmet'in verdiği emir uygulandı; kaçmakta olan askerler kılıçtan geçirildi ve surlara geri dönmeleri için zorlandı. Sıra ana muharip askerlerden oluşan ikinci gruptaydı, bu grubun da hücumu başladı. Saldırı giderek St. Romanos civarında yoğunlaşıyordu fakat ikinci grubun askerleri bir türlü surlara çıkamıyor, merdivenleri dikemiyordu. Bizans askerleri kızgın yağ, grejuva, ok ve taş kullanarak bütün saldırıları püskürtüyordu. İkinci grup da bitkin düşmekteydi ve bu durum Bizans kuvvetlerinin morali üzerinde olumlu etki yaratıyordu; bir buçuk saatlik savaşın ardından ikinci gruptan da bazı askerler geri kaçmaya başladı. Savaştan kaçanlar da yine komutanlarının infazlarıyla karşılaştı ve Sultan II. Mehmet, birkaç kaçak askeri topuzuyla cezalandırdı. II. Mehmet elinde kalan son grup olan yeniçerileriyle birlikte surlara yaklaştı. Bizans birlikleri artık yorgun düşmüştü, dinç ve tecrübeli yeniçeriler saflarını bozmaksızın surlara ulaştı; bir gece önce karşı taarruz için Konstantin'in emriyle açılan Kerkoporta Kapısı, elli kadar Osmanlı askerinin içeri girmesine olanak sağlayınca Bizans askerlerinin morali bozuldu. O esnada büyük Osmanlı topu ateşlendi ve yeniçerilere bir geçit açıldı, toz bulutunun içerisinde yeniçerilerle Bizans askerlerinin çarpışması başladı. Gözetleme kulesine girmeyi başaran Osmanlı askerleri imha edildi ve yeniçerileri de püskürttüğünü gören Bizans askerleri zafer sevinci yaşamaya başladı ancak Osmanlı topu tekrar ateşlendi; geride kalan Osmanlı birliklerinin taarruzu başlamıştı. Direnci kalmayan ilk sur Osmanlıların eline geçti, azabların da desteğiyle burayı sağlama alan yeniçeriler var güçleriyle ikinci sura yönelik saldırıyı başlatmıştı.
Her iki sur da harap haldeydi ve çarpışmalar sürüyordu. Bu esnada Cenevizli komutan Giustiniani ağır yaralandı, İmparator Konstantin'in ricalarına rağmen yarasının tedavisi için limana götürüldü. Komutan Giustiniani'nin yaralandığı haberi Bizans birliklerinde bozguna yol açtı, Bizanslı askerler şehrin sokaklarında kaçışmaya başladı; Venedik ve Ceneviz askerleri de gemilerine binip kaçmak üzere limana yöneldi. Bozgunun etkisiyle güneydeki Piyi Kapısı da düştü, Osmanlı askerlerinin yağması başlamıştı. Ordunun ağırlığı şehrin merkezine doğru ilerlemekteydi, oradaki zenginlikler daha fazlaydı ve sancaktarlar bir an önce Osmanlı bayraklarını dikmek istiyordu. Öğle olduğunda şehir düşmüş ve yağma başlamıştı ancak Haliç surlarında, Vasileos, Leon, Alexius burçlarında direniş devam ediyordu; daha sonra Haliç surları düşürüldüyse de üç burç direnmeye devam etti, Giritli denizciler tarafından savunulan bu üç burç vire ile teslim oldu ve denizcilere evlerine dönmeleri için II. Mehmet tarafından izin verildi.
Şehir düşerken İmparator Konstantin'e ne olduğu konusunda kesin bilgi bulunmamaktadır. Kaynakların çoğunluğu Konstantin'in savaşırken yüzünden ve sırtından aldığı kılıç darbeleriyle öldürüldüğünü belirtmektedir. Kaçışan askerlerin altında ezilerek öldüğü, kaçma fırsatı bulduğu fakat kendini astığı, kesik başının Megadük Notaras tarafından tanındığı ve diğer Müslüman ülkelere gönderildiği de iddialar arasındadır. Küçük direnişlere rağmen şehirde yağma ve talan devam ediyordu; Osmanlı denizcileri de Galata'ya çıkarak Giudecca adlı Yahudi mahallesini yağmalamaya koyuldu. Chios'lu Leonard'a göre rahibeler tecavüze uğradı, manastır ve kiliseler yağmalandı; 50 ilâ 60 bin sivil köle edildi. Bazı kadınların tecavüze uğramamak için intihar ettiği belirtilmektedir. Fakat bazı Osmanlı tarihçileri, sadece şüpheli görülenlerin öldürüldüğünü ve çoğu insanın sadece köle edildiğini yazmaktadır. Talandan kaçan bazı denizciler, kadırgalarıyla beraber denize açılmayı ve yağmayla meşgul olan Osmanlı donanmasını atlatmayı başarmıştı; İstanbul'un Fethi hakkında birçok bilgiye kaynaklık eden Chios'lu Leonard ve Nicolo Barbaro da kaçanlar arasındaydı. Yine de denizcilerin çoğunluğu esir edilmiş veya öldürülmüştü, kaptan Cabriel Trivixan esirler arasındaydı. O gün Konstantinopolis'te 300 bin Venedik dukası değerinde yağma yapıldığı tahmin edilmektedir.
II. Mehmet, vezirleri ve komutanlarıyla birlikte St. Romanos Kapısı'ndan (Topkapı) şehre girdi. Ayasofya'nın önüne gelen II. Mehmet, secdeye kapanarak toprağı öptü ve kiliseye sığınan kalabalığın köle yapılmakla yetinileceğini söyleyerek dışarı çıkmalarını istedi; canlarına dokunulmadı. Ayasofya'daki mozaikleri ve değerli mermerleri incelediği tarihî kaynaklarda geçmektedir. Bu sırada mermerleri sökmeye çalışan bir askeri görünce tepki gösterdi ve şehirdeki binaların kendi mülkü olduğunu söyledi. Hücumdan önce askerlere verdiği üç günlük yağma iznine rağmen yağma ve talanın derhal bitirilmesini, itaat etmeyenlerin idam edilmesini emretti.
Marmara surlarını savunan Şehzade Orhan, şehrin düştüğünü anlayınca surlardan aşağı atlayarak intihar etmiş ve başı II. Mehmet'e götürülmüştür. Megadük Notaras tutuklandı, sonra da idam edildi. Kuşatma boyunca Konstantin'in yanında çarpışan Giustiniani ise yaralarından dolayı öldü. İki tarafa destek veren Ceneviz'deki Galata kolonisi sakinleri diğerleri gibi saldırıya uğramaktan korkuyordu ancak Zağanos Paşa'nın telkinleriyle sakinleştirildiler, Vali Giovanni Lomellino, Galata'yı Osmanlılara teslim etti. II. Mehmet'in öldürmekle tehdit ettiği Paleologos ailesi ve birçok asil, Osmanlı donanmasının yağmayla meşgul olmasından istifade ederek Mora'ya kaçtı. Yine de kaçamayan asillerin canına dokunulmadı, esir alınan 29 Venedikli asil 800 ilâ 2000 duka altın fidyeyle serbest bırakıldı, Konstantin'in yeğeni Osmanlı sarayında yaşamına devam etti ve İslamı seçerek Mesih Paşa ismiyle sadrazamlık yaptı.
EFSANELER VE SÖYLENTİLER
54 günlük kuşatma çeşitli söylentilere de yol açtı.
Stavros Sütunu — Bizanslı birçok falcının kehanetine göre kuşatmanın galibi Osmanlılar olacak fakat Osmanlı birlikleri Stavros Sütunu'na geldiklerinde bir melek elinde kutsal bir kılıçla gökten inerek bu kılıcı sıradan bir Bizanslıya verecek ve kılıç sayesinde Osmanlılar İran'a kadar sürülecekti. Bu kehanet sebebiyle birçok insanın Ayasofya'ya sığındığı tahmin edilmektedir çünkü Ayasofya Stavros Sütunu'nun gerisindeydi.
Ayasofya'daki keşiş — Muharebeden sonra Ayasofya'yı inceleyen II. Mehmet, rivayete göre iniltiler duydu ve bunun kaynağını bulmaları için askerlerini görevlendirdi. Ayasofya'nın mahzeninden çıkartılarak padişahın huzuruna getirilen keşiş İmparator Konstantin'in falında yenilgi gördüğü için mahzene atıldığını söyledi.
Molla Fenari'nin kehaneti — Osmanlı tarafındaki bir diğer rivayete göre II. Murat başkanlığında divan toplantısı yapılırken, Şeyhülislam Molla Fenari dışarıdaki bir çocuğu izlemekteydi. II. Murat'ın uyarısı üzerine cevap veren Molla Fenari İstanbul'u fethedecek kişinin bu çocuk olduğunu söyledi. Kuyu başındaki çocuk II. Mehmet idi. Hacı Bayram-ı Veli ve Akşemseddin'in de aynı kehanette bulunduğu belirtilmektedir.
Pişmiş balık söylentisi — Bizans tarafındaki yaygın bir inanışa göre felaket zamanı tavada pişirilmekte olan balıklar denize dönmek için çaba sarf eder ve tavadan atlamaya çalışırdı. Rivayete göre 29 Mayıs günü bir manastırda Rum papazlar balık pişirmekteydi ve surların düştüğü haberi duyulunca balıklar tavadan çıkarak yandaki havuza atladı.
Cibali efsanesi — Mısır'da şeyhlik yapan Cebe Ali, üç yüz dervişiyle birlikte Anadolu'ya gelir ve Osmanlı ordusuna katılır. Kuşatma sırasında ekmek yapmakla görevlendirilen Cebe Ali, rivayete göre tek fırından yüz binlerce kişiye ekmek çıkartır ve söylentiler ordu içerisinde dolaşır. 29 Mayıs günü üç yüz dervişiyle birlikte Haliç'i geçen Cebe Ali, Haliç surlarının önüne çıkar ve burada öldürülür. Öldüğü yer onun ismiyle anılır; günümüzde Cibali semtinin ismi buradan gelmektedir.
Ulubatlı Hasan — Birçok kaynakta ismi geçen Ulubatlı Hasan'ın gerçek olup olmadığı kesin değildir. Rivayete göre son hücum yapılırken Kaligaria Kapısı (Eğrikapı) surlarına 30 arkadaşıyla birlikte tırmanan Hasan, burcun tepesine çıkmayı başardı. Burca çıktığında 18 arkadaşı ölmüştü, palasıyla muhafızları deviren Hasan, Osmanlı bayrağını burcun tepesine dikti. Savaşçıların bütün dikkatini üzerinde toplayan Hasan'a 30-40 kadar ok saplandı fakat Hasan bayrağı dimdik tutmaya devam etti. Bu olay Osmanlı ordusunda şevke yol açtı, morali bozuk askerler taarruza geçti ve surlar aşıldı.
Yavedud Sultan — Rivayete göre kuşatma altındaki Konstantinopolis'te Yavedud adında bir aziz şehrin düşmemesi için her gün dua etmekteydi. Şehrin uzun süre dayanmasının sebebi olduğu düşünülen Yavedud Sultan, 29 Mayıs'ta ölmüştür. Cesedini bulan Osmanlılar cesedini yıkayarak tabuta koymuş ve törenle defnetmiştir; defnedilirken mezarından "Yavedud" sesi duyulduğu rivayet olunur.
Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin mezarı — MS 672 yılında Konstantinopolis'i kuşatırken ölen Ebu Eyyûb el-Ensarî'ye ait olduğu düşünülen mezar fetihten sonra Akşemseddin tarafından bulunmuştur. II. Mehmet'in emriyle buraya tekke ve medrese yapıldı; Eyüp Sultan Camii'nin temelleri atıldı. Rivayete göre orada yaşayan bir çoban, hayvanların bu bölgeye girmekten kaçındığını söyledi.
II. Mehmet'in bedduası — Şehirde yaşayan bir kâhine danışan padişah şehrin Osmanlılarda kalıp kalmayacağını sordu. Kâhin şehrin hiçbir zaman savaşla işgal edilmeyeceğini fakat zamanla şehirdeki malların ve mülklerin yabancılara satılacağı, bir zaman sonra şehrin adeta yabancı toprağı olacağını söyler. Bunu duyan padişahın sinirlenerek "Kendi arazisini yabancılara satanlar Allah'ın gazabına uğrasın" dediği rivayet edilir.
ÇANAKKALE SAVAŞI
Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında 1915–1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u alarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya'yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, başkent İstanbul'u zaptetmek suretiyle Almanya'nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'nı seçmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kara ve deniz savaşı sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan ettiğı 1 Ağustos 1914'ün hemen ertesi günü, Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, imparatorluğun eninde sonunda Almanya'nın ana gücünü oluşturduğu İttifak Devletleri safında fiilen savaşa gireceği anlamına gelmektedir. Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi, seferberliğin tamamlanmamış olması ve Çanakkale Boğazı savunmasının tamamlanmaması gibi gerekçelerle ertelemeye çalışmıştır. Ancak Almanya, bir an önce savaşa fiilen girilmesi için baskılarını sürdürmüştür. Bu baskılar, Akdeniz'de İngiliz donanması önünden çekilen Goeben ve Breslau savaş gemilerinin İstanbul'a gelmesiyle bir oldu bittiye getirilmişti. Daha sonra Osmanlı Donanması'na bağlı bir grup gemiyle Karadeniz'e açılan bu gemiler 27 Ekim 1914 tarihinde Rus limanlarını bombalayınca Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.
Birleşik Krallık Donanma Bakanı Winston Churchill, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı'nın donanmayla geçilerek İstanbul'un işgalini öngören bir planı Başbakan Herbert Asquith'e vermiştir. Plan, çeşitli evrelerden geçerek uygulamaya kondu ve Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz'a geniş çaplı saldırıları 1915 Şubat ayında başlatıldı. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekatından vazgeçmek zorunda kalındı.
Deniz harekatıyla İstanbul'a ulaşılamayacağı anlaşılınca bir kara harekatıyla Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı sahil topçu bataryalarını ele geçirmek planı gündeme getirilmiştir. Bu plan çerçevesinde hazırlanan İngiliz ve Fransız kuvvetleri 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası'nın güneyinde beş noktada karaya çıkarılmıştır. İngiliz ve Fransız çıkarma kuvvetleri her ne kadar Seddülbahir ve Arıburnu sahillerinde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da Osmanlı kuvvetlerinin inatçı savunmaları ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlar sonucunda Gelibolu Yarımadası'nı işgalde başarılı olamadılar. Bunun üzerine sahildeki kuvvetler takviye edilmek için Arıburnu'nun kuzeyinde Suvla Koyu'na 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle bir üçüncü çıkarma yapılmıştır. Ancak 9 Ağustos'ta Kurmay Albay Mustafa Kemal'in Birinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen karşı taarruzunda İngiliz Komutanlığı ihtiyat tümenini ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Kocaçimentepe – Conk Bayırı hattında yeni bir karşı taarruz gerçekleştirmişti, bu hattaki Anzak birliklerini de geri atmıştır. İngiliz ve Anzak kuvvetlerinin İkinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen genel taarruzları ise Osmanlı savunmasını aşamamıştır. Tüm bu gelişmelerin sonrasında İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye etmiştir.
TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI
Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi ya da Millî Mücadele olarak adlandırılan, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Misak-ı Millî sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için girişilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadele. 1919-1922 yılları arasında gerçekleşmiş ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen sona ermiştir.
I. Dünya Savaşı sonrası, Ekim 1918 - Mayıs 1919
I. Dünya Savaşı'na Almanya ile birlikte giren Osmanlı Devleti, Çanakkale Savaşı'ndaki başarılı savunmaya, Irak'ta Kutü’l-Ammare'de Britanya ordusunu kuşatıp esir almasına ve savaşın son aylarında Kafkasya Cephesi'ndeki başarılara rağmen savaşın son günlerinde Filistin cephesinde Edmund Allenby komutasındaki Birleşik Krallık ordularına karşı Nablus Hezimetine uğramıştı. Yıldırım Orduları Grubunun 18 Eylül 1918'deki bu bozgundan sonra Liman von Sanders komutanlıktan istifa etmiş ve yerine Padişah tarafından kendisine Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari unvanı da verilen Mustafa Kemal Paşa atanmıştı. Mamafih 1 Ekim 1918'de Şam, 16 Ekim 1918'de Hama ve Humus, 25 Ekim 1918'de de Halep kaybedildi.
Suriye cephesinin çöküşü üzerine İttihat ve Terakki hükümeti 8 Ekim 1918'de istifa etti. Hükümet ileri gelenlerinden Talat, Enver ve Cemâl Paşalar yurt dışına kaçtılar. Genel af ilan edilerek, sürgün ve hapisteki muhaliflerin İstanbul'a dönüşüne izin verildi. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı hükümeti yenilgiyi kabul etti.
Mondros Mütarekesi gereğince İtilaf Devletleri'ne güvenlikleri gereği istedikleri yerleri işgal etme yetkisi tanınıyordu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve çevresi henüz Ali İhsan Sabis Paşa komutasındaki Türk birliklerinin idaresindeydi. Ateşkesten sonra Britanyalılar, Musul ve Zaho'daki sivil Hıristiyanların topluca öldürüldüğünü iddia ederek Türk birliklerinin Musul'u terk etmesini istediler. Ali İhsan Sabis Paşa, bu isteği reddetti ancak Suriye cephesinde Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Yıldırım Orduları grubunun Şam'dan sonra Halep'te de Britanyalılara yenilip Adana'ya kadar çekilmesi neticesinde demiryolu ikmal hatlarının kesilmesi üzerine ve İstanbul hükümetinin de bu yolda emir vermesinden sonra Musul'u bırakıp Nusaybin'e kadar çekildi. Britanya askerleri hiçbir direnişle karşılaşmadan Musul'a girdiler. İstanbul'dan benzer bir emir Mustafa Kemal Paşa'ya da Çukurova bölgesini terk etmesi için gelmişse de Mustafa Kemal Paşa Adana'yı boşaltmamış ve Harbiye Nezaretiyle yaptığı telgraflaşmalarda emrin kanunsuz olduğunu söyleyerek emre direnmişti. Harbiye nezareti, kendisini görevden alıp karargaha çağırdığında ordunun bir kısım silahlarını halka dağıtarak düşman eline geçmesine mani olmuştu. Bazı silahlar ise, Anadolu'da bir düşman direnişinde kullanılmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa elemanları tarafından daha güvenli olan doğu cephesine taşınmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a dönmesinden sonra Ali Fuat Paşa, emrindeki 20. kolorduyu teçhizatıyla birlikte önce Konya'ya sonra da Ankara'ya getirerek İstiklal Savaşı hazırlıklarına başladı. Bu sırada Kâzım Karabekir Paşa da emrindeki 15. kolordu'yu terhis etmemiş ve Erzurum'da savaşa hazır tutmaktaydı.
İstanbul'un işgali, Kasım 1918
6 Kasım'da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım'da işgal güçleri Çanakkale'den geçti. 13 Kasım 1918 günü, İtilaf Devletlerinin 61 parça harp gemisinden oluşan bir donanması, mütareke şartlarının kendilerine verdiği yetkiye dayanarak, İstanbul önlerine gelip demir attılar. Bu donanmada 15 muharebe gemisi, 11 kruvazör, 29 muhrip ve 6 denizaltı gemisi bulunuyordu. Aynı gün Boğazdan 11 harp gemisi ile Yunanların bir zırhlısı daha giriş yapmış ve toplam gemi sayısı 73'e çıkmıştır. 13 Kasım'da İtilaf filosundan 2.616 Birleşik Krallık, 540 Fransız ve 470 İtalyan askeri olmak üzere toplam, 3.626 asker İstanbul'a çıkarıldı. 23 Kasım 1918'de Ahmet İzzet Paşa yeni hükümeti kurdu. 9 Şubat'ta Hadisat gazetesinde Süleyman Nazif 'Kara Gün' başlıklı bir yazı yazdı. Türk milletinin böyle bir işgali yaşamadığını ve bunu kaldıramayacağını söyledi. İtilaf Devletleri Türk halkının tepkisini çekmemek ve işgalin haklılığını kanıtlamak için işgalin geçici olduğunu amacının Padişahlığı, halifeliği, azınlıkları korumak olduğu. Padişahlık makamının kaldırılmadığını ve İstanbul'dan verilecek kararların geçerli olduğunu ilan etti.
Çoğunluğu Britanyalılardan oluşan bir subay grubu ve asker grubu meclisi bastı ve kapattı. Böylece TBMM açılana kadar halkın sesi kesildi. Milliyetçi ve milli mücadelenin devamını sağlamak amacını güden milletvekillerini Malta'ya sürgüne gönderdiler. Bu vekillerin bir kısmı 1921'de bir kısmı da 1922-1923 arasında Anadolu'ya döndüler.
Kuva-yi Milliye
İttihat ve Terakki yönetiminin, gizli bir teşkilat olan Teşkilat-ı Mahsusa vasıtasıyla Anadolu ve Rumeli'de savaş sonrası bir direniş hareketi örgütlediği anlaşıldı. Direnişin amacı, doğu illerinin Ermenilere, Ege bölgesinde bazı yerlerin Yunanlara ve Adana yöresinin Fransa kontrolündeki Suriye'ye verilmesini öngören girişimlere karşı mücadele etmekti. Yanı sıra, savaş yıllarında çeşitli yöntemlerle önemli servete ve yerel iktidara kavuşan İttihat ve Terakki yanlısı zümrelerin konumlarının korunması, savaş sırasında sürülen gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının geri dönmesinin önlenmesi, bundan dolayı çıkabilecek karışıklıklar nedeniyle Müttefik Devletler'in olası müdahalesine karşı konulması amaçlanmaktaydı.
1919 başlarından itibaren Kuva-yi Milliye (milli kuvvetler) adıyla silahlanan bazı gruplar, Ege ve Karadeniz bölgesinde Rumlara, Güneydoğu'da ise Ermenilere karşı çatışmalara girdiler. Bu grupların çoğu 50 ila 200 kişilik düzensiz kuvvetlerden oluşmakta ve Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerce yönetilmekteydi.
1919 Şubat ayında Müttefik İşgal Kuvvetleri Yüksek Komutanı Edmund Allenby, Anadolu'da asayişi sağlamak ve henüz teslim olmamış olan Ali Fuat Paşa komutasında Ankara'daki 20. ve Kâzım Karabekir Paşa komutasında Erzurum'daki 15. kolorduların teslim olmalarına ikna edilmeleri amacıyla, Birleşik Krallık ordusunun Suriye cephesinde Türk kuvvetlerini kısa sürede nasıl yendiğini bilen üst düzey bir Türk komutanının özel yetkilerle donatılarak Anadolu'ya gönderilmesini önerdi. 15 Mayıs 1919'da "Anafartalar Kahramanı" ve "Yaver-i Fahri Hazret-i Şehriyari (Padişahın Onursal Yaveri)" Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu komutanı ve Anadolu Genel Müfettişi sıfatıyla, padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi.
Örgütlenme Dönemi, Mayıs 1919 - Mart 1920
Paris'te toplanan uluslararası Barış Konferansı, o günlerde açıklanması beklenen Türk Barış Antlaşmasını, 1919 Mayıs başlarında belirsiz bir geleceğe erteledi. 15 Mayıs'ta Yunan kuvvetleri, Müttefik Devletler'in kararıyla İzmir'i işgal etti. Ulusal bir felaket olarak görülen bu olay, Türkiye çapında müthiş bir ulusal tepkiye yol açtı. 23 Mayıs'ta Fatih ve Sultanahmet'te Türk siyasi tarihinin o güne kadarki en büyük kitle gösterileri düzenlendi. Direniş fikri, İttihat ve Terakki yandaşlarının görüşü olmaktan çıkarak tüm ülke sathına yayıldı.
21 Haziran'da Mustafa Kemal, Anadolu'daki en önemli askeri birliklerin komutanları olan Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar ve Ege bölgesinde asayişi sağlamakla görevlendirilen Rauf Bey ile Amasya'da buluşarak Amasya Tamimi'ni yayımladı. Bildiri, ulusal bağımsızlığın ancak ulusun "azim ve iradesi" ile sağlanacağını vurgulayarak, ülke çapında bir direniş hareketinin işaretini vermekteydi Kâzım Karabekir'in öncülüğünde Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Kongresi, askeri görevlerinden istifa eden Mustafa Kemal'i kongre başkanı seçti. Kongre, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi olasılığına karşı direnme kararı alırken, Türkiye'nin kalkınması için Amerikan mandası fikrine açık kapı bırakmamaktaydı.
4 Eylül 1919'da Türkiye'nin her yanından gelen delegelerin katılımıyla Sivas'ta toplanan kongrede, genel seçimler yapılıp yeni Mebusan Meclisi kuruluncaya kadar İstanbul hükümetiyle tüm resmi bağların kesilmesi kararlaştırıldı. Ülke çapında yeni bir idari ve siyasi örgütlenme kurmak amacıyla bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.
Kasım ayında Adana, Maraş, Antep ve Urfa'nın Fransızlarca işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye tarafından yönlendirilen direniş hareketi başlatıldı. Direniş umulmadık bir hızla başarıya ulaşarak 1920 Mayısı'nda Fransızları ateşkese zorladı.
İç Cephe
1920 yılında Kurtuluş Savaşı ve sırasında ayaklanma çıkaran ve yağmaya girişenleri, bozguncuları, orduya ait silah ve mühimmatı çalanları, casusları, asker kaçaklarını, Millî Mücadele'yi engelleme amacıyla propaganda yapanları yargılamak için İstiklal Mahkemeleri kuruldu.
Ağustos 1921'de Tekalif-i milliye Kararları yayımlandı ve halk ulusal yükümlülüklerini yerine getirmeye teşvik edildi.
Bazıları Anadolu topraklarının bir bölümünde yeni bir devlet kurmayı amaçlayan, bazıları ise saltanat ve hilafet yanlısı olanlar tarafından çıkarılan isyanlar bastırıldı. Ülke içindeki Ermeni ve Rum azınlıkların dış destekli isyanları da büyümeden bastırıldı.
Doğu Cephesi
Dünya Savaşı sonunda Kuzeydoğu Cephesi Müttefik Devletler'in talebi doğrultusunda 1914 Osmanlı-Rus sınırına çekilmişti. Bu sınır Ardeşen-Yusufeli-Oltu-Bayezit hattından geçiyordu. Sınırın öte yanında 1918'de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu.
1920 Eylülünde Türk-Rus mutabakatının sağlanması üzerine 28 Ekim 1920'de Kâzım Karabekir komutasında harekete geçen Türk kuvvetleri, 10 gün süren bir harekât sonunda Ermenistan'ı kesin yenilgiye uğrattı. Bu harekâtta Türk tarafından 6 asker öldü, Ermeniler tarafında ise 95 asker öldü. 1 Aralık'ta imzalanan Gümrü Antlaşması ile Türk-Ermeni sınırı, 1878 öncesindeki Osmanlı-Rus sınır hattına çekildi. Bu sınır, bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırıdır. 2 Aralık'ta Kızıl Ordu, Ermenistan'ı işgal ederek bağımsız Ermenistan'ın varlığına son verdi.
El-Cezire Cephesi
Birleşik Krallık ateşkes imzalanmasından sonra ilk iş olarak Musul'u işgal etti. Britanyalıların buraya gelmesi Musul Vilayetinde yaşayan insanları mutsuz etmişti. İnsanların ayaklanmasıda pek te uzun sürmemiş 23 Mayıs 1919'da Zaho'da Şeyh Mahmut Berzenci'nin önderlik ettiği bir ayaklanma meydana gelmişti. Birleşik Krallık modern silahları ile bu ayaklanmayı bastırmışlardı. Ancak bu ilk direnişin ardından 1920 yılında Telafer'de ayaklanma meydana geldi. Ancak yedek kuvvetlerin gecikmesi sonucunda ayaklanma İngilizler tarafından bastırıldı. Bu sıralarda dağlarda direniş devam ediyordu. Direniş sonucunda Revanduz kurtarılmıştı.
Özdemir Bey komutasında ki Kuva-yi Milliye birliği ve Kürt Aşiretleri ile Musul bölgesine taaruza geçmiş ve Britanyalıları Derbent Muharebesinde bozguna uğratmıştı. Özdemir Bey'in kuvvetlerini bölmek için Britanyalılar sürgündeki Mahmut Berzenci'yi çağırmış. Fakat Mahmut Berzenci, Özdemir Bey ile anlaşmış ve isyan etmiştir.
Bunun üzerine Birleşik Krallık geri çekilmiş ve aşiretler Süleymaniye'ye girmiştir. Fakat Boğazlar bölgesinde oluşan savaş durumu yüzünden burada ki birliklerin çoğu o bölgeye gitmiş ve kalan birlikler ile Britanyalılar arasında çatışma çıkmıştır. Çıkan çatışma sonucunda Özdemir Bey'in birlikleri Birleşik Krallık Ordusu tarafından mağlup edilmiş ve Özdemir Bey İran'a çekilmiştir.
Güney Cephesi
Türk-Fransız Cephesi veya Güney Cephesi Kurtuluş Savaşı Milli kuvvetlerin Fransız lejyoner birliklerine (Fransız, Cezayir ve Ermeni Askerlerinden oluşan) karşı verdikleri savaşı kapsamaktadır. Birleşik Krallık Musul, İskenderun, Kilis, Antep, Maraş, Elbistan ve Urfa’yı işgal ettiler. Fransızlar ise Adana, Mersin ve Osmaniye’yi işgal ettiler.
İşgalin sonlandırılmasında Molla Mehmet Karayılan 6400 civarında şehit vererek Fransızlara kendi birliğinin onlarca misli kayıp verdirdi. Böylece Karayılan, Antep'te efsane oldu.
Bugünkü Adana'nın ilçeleri Haçin (Saimbeyli),Sis (Kozan) ve Pozantı'da Fransızların halka büyük zulmü oldu; Fransızlar Haçin'de annelerinin gözleri önünde çocukları kaynattılar ve büyük mücadeleler cereyan etti. En sonunda yörenin yönetim merkezi olan Sis(Kozan) Sancağı 2 Haziran 1920 günü yöre insanlarınca kurtarıldı.
Maraş’ta, Sütçü İmam’ın önderliğini yaptığı mücadele sonunda Maraş’ta tutunamayan düşman şehri terk etmek zorunda kaldı (12 Şubat 1920). Urfa şehrinde Ali Saip (Ursavaş) Bey tarafından teşkilatlandırılan Türk direnişi başarıyla sonuçlandı. Fransızlar 11 Nisan 1920’de şehri boşalttı.
Antep halkı 1 Nisan 1920’de Fransızlara karşı ayaklandıysa da 9 Şubat 1921’de teslim oldu. TBMM, Fransa ile Ankara Anlaşması’nı imzalayarak Güney Bölgesi'nden çekildi.
Batı Cephesi
Buradaki Savaşlar,İzmir-Bursa-Balıkesir-Kütahya-Eskişehir hattında gerçekleşti. Müttefik devletler tarafından 18 Nisan 1920'de Paris'in Sèvres banliyösünde ilan edilen Sevr Antlaşması Türkiye'den önemli bazı toprakların alınmasını ve Türk devletinin müttefikler kontrolü altında bir tür yarı-bağımsız statüde yönetilmesini öngörmekteydi. Türk tarafının anlaşmayı imzalamayı Mısak-ı Milliye'ye karşı bulduğu için müttefikler, Yunan ordusunu Anadolu içine sevk ettiler. Temmuz ayında Bursa, Ağustos'ta Uşak Yunanlar tarafından işgal edildi. Yıl sonunda Yunan ordusu Eskişehir ve Kütahya'yı tehdit etmeye başladı. Bu sırada çıkan Çerkez Ethem İsyanı Türk savunmasını zor durumda bırakarak, Yunanların mevzilerini ilerletmesine yardımcı oldu.
Batı Cephesi komutanlığına atanan İsmet Bey, Ocak 1921'de Birinci İnönü Muharebesi ve Mart 1921'de İkinci İnönü Muharebesi'nde Yunan ilerlemesini durdurdu. İnönü zaferleri, milli ordu projesinin başarısını kanıtlayarak TBMM hükümetinin otoritesini pekiştirdi, Milli Mücadelenin nihai zaferine olan güveni sağladı. 27 Mart'ta Afyon'un kaybedilmesi bu zafer duygusunu ancak kısmen gölgeleyebildi. Temmuz 1921'de Yunan Kuvvetleri Garp Cephesi ordularını Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde yenilgiye uğratarak çevirme harekatıyla yok etmek üzereyken, komutayı bizzat ele alan Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa, Türk birliklerini süratle geri çekerek Sakarya nehri kıyılarına çektiler.
Türk piyadeler
Ancak 23 Ağustos - 13 Eylül arasında süren Sakarya Meydan Muharebesi ile Yunan taarruzu püskürtüldü.Halkın kendine güveni tazelendi,ayrıca kaybedilen subay sayısı fazla olduğu için Gazi Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra bu savaşı "Subaylar Savaşı" olarak nitelendirdi. Bu zafer nedeniyle Başkomutan Mustafa Kemal Paşa TBMM tarafından Mareşal rütbesine yükseltildi ve Gazi payesi verildi.
Mağlup olup çekilirken Türk kasaba ve köylerini ateşe veren Yunanların ardından cepheye yetişen Türk sıhhiye birlikleri yaralıları taşıyor.
Nihayet 26 Ağustos 1922'de Afyon'un doğusundaki mevzilerden taarruza geçen Türk ordusu, 30 Ağustos'taki Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde Yunan Ordusu'nu kesin yenilgiye uğrattı. Tamamen dağılan Yunan ordusunun boşalttığı Ege bölgesi birkaç gün içinde Türk kuvvetlerinin eline geçti. Nihayet 9 Eylül'de Türk orduları İzmir'e girerek Yunan işgaline son verdi.
Londra Barış Konferansı, Şubat 1921 ve Mart 1922
1921 yazında Londra Barış Konferansı ile müttefikler Sevr Antlaşmasını Ankara hükümetine kabul ettirmek istediler. TBMM hükümetinin kesin tavrı karşısında Yunan ordusu bu kez Ankara'yı ele geçirmek üzere harekete geçti. Sakarya Meydan Muharebesi bir güç gösterisi olarak gerçekleşti.
1922 yılının ilk yarısı sonuçsuz barış müzakereleri ile geçti. Bu dönemde değiştirilmiş Sèvres Antlaşması ortaya atıldı. Bu yeni çözüm Sèvres hükümlerini yumuşatılmış şekli olmaktaydı