Hazırmıyız acaba; otuz yıl öncesi gibi yaşamaya..!

Uyanır uyanmaz telefonu elime alırdım.
Rutinim olmuştu, sanki…
Bu sabah da öyle oldu.
Acaba ne mesaj ve kaç cevapsız arama vardı ki..
Sosyal medya hesaplarım ne alemdeydi..
Beğeniler, eleştiriler, yorumlar…
Bu istemsiz ve refleksif düşüncelerle hemen yanıbaşımdaki sehpanın üzerinden telefonumu aldım.
Hayret…!
Ben yattıktan sonra ne arayan olmuş ne mesaj atan…
Halbuki böylesi bir şey, vaki olmuş değildi.
Şaşkınlıkla, akşamdan sözleştiğim arkadaşımın numarasını çevirdim.
"Dıt dıt dıt sesi… ve  beyinde dolaşan sivrisinek etkisi uyandıran bir vızıltı ve cızırtı" gibi bir ses gelmeye başladı.
Sonra bir başkasını,
Ötekini, aradım…
Hep aynı şey…
Arama yapamıyordum.
Bir gariplik vardı.
Olmaz, olamazdı.
SMS ve Whatsapp mesajı atmak istedim.
Olmadı…
Twitter'a yöneldim, hemen.
Giremedim bile…
Facebook'a, İnstagram'a da…
Bir an aklıma geldi; acil yapmam gereken banka işlemlerim vardı.
Yöneldiğim Mobil bankacılık da açılmadı.
Yok yok… Kesin bir gariplik var.
Evdekilerden birine seslendim.
Daha ben sormadan "telefon, internet ve TV'ler çalışmıyor" dedi.
Herkes bir panik içindeydi.
Sanki bir anda elsiz, kolsuz, gözsüz, kulaksız ve "akılsız"laşmıştık.
Çaresizlik içinde debelenirken bir anda ev telefonu aklıma geldi.
Yıllardır, kullanmaya kullanmaya iyice unutmuştum.
Cihaz bile bağlı değildi.
Beş-on dakikalık arayışla evin en izbe köşesinde saklandığı yerden çıkartıp kablosunu bağladığım telefonun ahizesi bir elimde, diğer elim ise tuşlarda idi.

Basamıyordum tuşlara…
Çünkü arayacağım herhangi birinin ve hatta en yakınımın bile numarası  aklımda değildi.
Kaldı ki; arasam da, bir başkasının cep telefonunu arayabilecek; onlar da kesik olduğu için cevap alamayacaktım.
Ama son bir ümitle arama yapamadığım telefonumun rehberinden aldığım numaraları çevirdim.
Kapı duvardı ve hiç kimseyi arayamıyordum.
Sanki hayat durmuş gibiydi.
Gelir nasılsa; düzelir, dedim.
Bir saatten fazla zaman geçti ama yine düzelme yoktu.
Banka evime yakındı.
Bari gidip bankada işlemlerimi yapayım; hem de yürümüş olurum dedim ve evden çıktım.
Ama hala aklım telefonlardaydı; sokakta tanımadıklarıma bile "sizin de telefonlar çekmiyor mu" diye soruyor ve hepsinden de; "bir gariplik var ve kimsenin telefonu çalışmıyor" sözünü duyuyordum.

Bankanın önüne geldiğimde bir şaşkınlık daha yaşadım.
Ana-baba günü gibiydi.
Garip bir panikle para çekmek veya bankacılık işlemleri için, herkes bankaya hücum etmiş; önünde yığınak oluşmuştu.

Nereden ve ne hikmete binaen olduğunu bilmiyorum ama,  o an aklıma Korona ve Pandemi geldi.
"Yahu insanlar bu kadar içiçe olmuş. Hastalık yayılacak…" diye düşündüm.
Ama telefon ve internet kesintisiyle ortaya çıkan panik, Pandemi'yi bile unutturmuştu.
Gördüğüm kalabalık karşısında gerisin geriye döndüm.
Dakika geçmesin ki; telefonumu kontrol etmeyeyim…
Her defasında da "maalesef" diyordum.
Kaygılanmaya başladım.
"İletişim kopacak, insanlar mağdur olacak ve perişan olacağız", diyordum.
Olmaz arkadaş, olamaz. Böyle hayat nasıl olacak… Her şey birbirine girecek, "kaos ve kargaşa olacak…" diye kaygılanıyordum.

Yokuş yukarı sinir, stres ve kaygıyla eve doğru yürürken bir an beynim beni geçmişe götürdü.
30 sene öncesine…
Bağımlısı ve alışkanı olduğumuz cep telefonu-internet ve sosyal medya diye bir şey yoktu.
Ev telefonundan arar "filanca yerde saat 15’de buluşalım…" der ve kaygı bile etmezdik.
Buluşur, görüşürdük de…
Sabah kalkınca şimdiki gibi bir ritüelimiz yoktu ve hemen telefonumuza saldırmazdık.
Sosyal Medya yoktu ve heyecanla, kapıya bırakılan gazeteyi okurduk.
Resim paylaşmaz, mesajlaşmaz, like'lamaz,  dürtmez, yorum yazmazdık.
Bırakın interneti; Bilgisayar'ın B'si bile, henüz yoktu.
Anlık iletişimleşmez; arayıp ulaşamayınca "hele bir de mesaj çekeyim…" demezdik.
"Aaaa… bak bak, çektiğim mesajı okudu ama cevap bile vermedi"yi ise hiç bilmez ve hatta böyle bir şeyin olacağını söyleseler, asla inanmazdık.

Sinyalizasyonlu iletişim bir ütopya idi.
Biz "telgrafın tellerine kuşlar mı konmuş.." türküsü söyler; sadece tel'li iletişimi bilirdik.
Ama mutluyduk, daha huzurluyduk ve bu kadar imkan içinde yaşanan "yoksunluğu" yaşamaz ve hissetmezdik, bile…

İnsan doğası, fıtratı ve yaratılış formatı çerçevesine muvafık ve mutabık bir iletişim ve diyalog yaşardık.
Galiba artan imkan, bağımlılığı da artırdı.
Kırgınlık, kızgınlık ve sitemleri çoğalttı.
"Gönül koyma" kalemlerini çoklaştırdı.
Ve bu da; insanlığı, insaniliği, doğallığı ve hayatı yoklaştırdı.
İnsanı bireysiz bireye,
Bireyi egoist bir bencile,
Narsizme,
Ve son tahlilde; bağımlı ve içi boşaltılmış bir "şey"e dönüştürdü.
"Ahlak ahlak" diye ahlak yoklaştırıldı.
Allah Allah diye" dünya "Mabud"laştırıldı.
Toknoloji/Dijitalizasyon/Bilişim/Yapay Zeka "Tanrı"laştırıldı…
"Halbuki ne güzeldi o günler…" diye flashback yaparken bir anda uyanıverdim.
Gözlerimi oğuşturup, kırpmaya başladım.
Elim hemen telefonuma gitti…
Rüyaydı, rüya;
Tıkır tıkır çalışıyordu; "akıllı" telefonum.
Yüzümde, farkında bile olmadığım garip bir tebessüm oluştu.
Ama düşünmeden de edemedim; "Mesela üç-beş yıl sonra böylesi bir durum yaşansa, ne yaparız..!"
İnsanın yarattığı "dijital canavar" bir anda tüm sistemi yok ederse; ne halt ederiz…
Belki de duyumsadığım  bazı gelecek projeksiyonları nedeniyle bu rüyayı gördüm.
Ve rüyanın etkisiyle de; düşündüm..
Olmaz olmaz demeyin, bu hayatta olmaz olmaz.
Gelin, siz de bir düşünün,
Hesap edin…
Bakalım ne hissedeceksiniz…
Hazır mıyız acaba; teknolojisiz bir hayata, dün'lerdeki gibiliğe…
Çok değil; otuz yıl öncesine…

Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.


OGÜNhaber