Arkadaşlar/dostlar sohbet ortamlarında soruyorlar, pek çok okurumdan ise yoğun mesajlar alıyorum.
Ana konu şu:
“Türkiye’de yaşananlarla/olanlarla ve hatta olmayanlarla ilgili ne düşünüyorsun?
Ben de kısaca ve özetle; düşüncelerimi paylaşayım.
Türkiye siyaseti nereye gidiyor, neler oluyor?
Sadece içerden değil dışardan bakmak lazım. Küresel siyaset fokur fokur kaynarken Türk siyasetinin kendi seyrinde kalması imkansız çünkü.
Bu bağlamda tablo şu:
Dış politika çerçevesinde şekillenen bir iç politika…
Tutuklamalar/Yargılamalar/Agresif siyasi konuşmalar/Ağır eleştiriler…
Bunların hepsi “Dış politika çerçevesinde oluşan iç politikada” uzlaşma öncesi hamleler/reveranslar/el güçlendirme ve uzlaşma masasına güçlü gitmenin adımları…
Ne uzlaşması/nasıl bir uzlaşma ve uzlaşma ne alaka?
Arkadaşlar!
66 yaşındayım ve naçizane, Türk siyasetinin yaklaşık 45-50 yılını/özellikle de 1980 sonrasını iyi bilirim.
Siyaset değişse de/köprünün altından çok sular geçse de; bazı parametre ve esaslar var ki, onlar pek değişmezler ve şuanda da geçerliler.
Arkadaşlar!
Özellikle küresel gelişmelere dair yazdığım yazılarda hep bir “Güç ve Akıl Sahiplerinden” bahsederim.
Türk siyaseti için de, aynen o misal bir “belirleyici akıl/yön verici görünmez bir el veya siyasi iradeyle devletin ali-yüksek menfaatlerini uzlaştıran bir müesses nizam” her zaman oldu.
—1946’da kurulan ve 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti,
—Erbakan’ın Milli Selamet, Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi,
—Keza 1960 Darbesi sonrası kurulan Adalet Partisi ve Demirel’in başa geçmesi,
—CHP’de İnönü’nün kaybedip Ecevit’in Genel Başkan olması…
—Hakeza 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası 1983’de seçime sadece üç partinin katılabilmesi…
Kalkıp da kimse bana tüm bu gelişmeler kendi kendine/doğal seyrinde oldu demesin.
Olmaz, olamaz çünkü.
Bir uzlaşma/uygun görme ve onay verme olmadan imkansızdır.
Alın size bizzat yaşadığım bir hatırat:
“22-23 yaşlarında kıpır kıpır bir gençtim. Rahmetli Demirel’i Hamzakoy’da da, Zincirbozan’da da ziyaret ettim.
1983’de seçim yapılacağı ilan edilince heyecanla Büyük Türkiye Partisi’nin kuruluşunda bulundum.
BTP, Konsey tarafından kapatıldı ama hemen akabinde Doğruyol Partisi kuruldu.
Herhangi bir yerinde ismim geçmese de aktif şekilde koşturuyordum.
Bir gün çok saygı duyduğum devletlü bir büyüğüm beni çağırdı ve dedi ki:
“Bir karar verildi. Demirel’le bağlantılı bir parti seçime sokulmayacak. Boşuna koşturma!”
Neden diye sorunca da; “şimdilik devletin menfaatleri bunu gerektiriyor. Bu karar müesses bir uzlaşı sonucu alındı” dedi.
Tabi o zamanlar ne demek istediğini pek anlamamış hatta çok kızıp bozulmuştum. Ama yaş kemale erip de, geriye dönüp bakınca; ne demek istediğini çok iyi anlamış ve aslında yel değirmeniyle savaştığımızı farketmiştim…”
Herkes mesela, Özal’ın Anavatan Parti’sinin kazanmasına “Halk iradesinin Evren’i yenmesi” şeklinde bakar.
Aslında öyle bir şey yoktu ve hatta olması da mümkün değildi.
Ama tabi ki, halkı tatmin edecek bir siyasi denge/kabul edilebilir ve alternatifli bir siyasi kompozisyon oluşturulması da gerekiyordu.
Bir diğer örnek:
1991 seçimleri sonrası kurulan Doğruyol-SHP Koalisyonu…
Sizce sadece Demirel ve Erdal İnönü istediği ve anlaştıkları için mi kuruldu?
Arkadaşlar!
Ülkelerin bazı kriz, karar ve kırılma anları vardır.
İçeriden veya dışarıdan kaynaklı olabilir.
İşte bu anlarda ülkenin başat siyasi aktörleri kişisel/partisel siyasetlerini ya bir kenara koyarlar veya koymak zorunda kalarak bir tercihte bulunurlar.
Bunun sebebi ise Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ali ve yüksek menfaatleri öyle gerektirdiği içindir.
Buna en somut örnek ise, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı öncesi kurulan Ecevit-Erbakan Koalisyonu…
Bugün ise, Türkiye belki de çok ve en kritik eşikte…
Çünkü küresel gelişmeler büyük bir kırılma ve dönüm noktasında.
Çünkü Yeni bir Dünya Düzeni kuruluyor ve emin olun bu durum Amerika’nın keşfinden daha büyük bir gelişme…
Arkadaşlar!
Kim ne derse desin/sev ya da sevme ama Amerika’nın küresel siyasette belirleyiciliği/başat aktörlüğü ve gücü aşikar.
Son birkaç yıldır Türk Devlet aklı ve Türkiye’yi yöneten siyaset/yani Ak Parti iktidarı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, doğru okumalar yaparak Güç ve Akıl Sahipleriyle muvafık ve mutabık senaryolar oluşturdular.
Başlatılan Terörsüz Türkiye Süreci de/Suriye’deki gelişmeler de/Gazze konusunda sergilenen diplomasi de/Ukrayna-Rusya Savaşında Türkiye’nin gösterdiği yed-i emin konum da; Türk politika yapıcı ve kurucularının Güç ve Akıl sahipleriyle tesis ettiği akıllı ve akılcı yaklaşımın bir sonucu idi.
Bu yüzden içim biraz olsun rahat gibi…
Bu süreçte,
Sayın Cumhurbaşkanımıza atfen “koltuğu asla bırakmak istemez/iktidarda kalmak için her şeyi yapar” vb. gibi değerlendirmeleri üzülerek takip ettiğimi söylemek istiyorum.
Bunları söylemeden önce, Terörsüz Türkiye Süreci’nin başarılı olması için Sayın Cumhurbaşkanımızın nelerden vazgeçtiğine/neleri yutkunduğuna ve hatta kendisinin tabiriyle, siyaseten baldıran zehri içildiğine dönüp bir bakmak lazım.
Ne için?
Yeter ki Türkiye’nin ülkesel menfaatlerine halel gelmesin ve yeter ki Terörsüz bir Türkiye tesis edilsin…
Buradan hareketle;
Türk siyasetinin, yakın gelecekte çok farklı şeylere gebe ve sürprizlere açık olduğunu söylemeliyim.
“Özgür Özel-Erdoğan-Bahçeli ve hatta DEM Parti başkanlarının” bir araya gelmesi ve bir “müesses uzlaşı” oluşturulması hiç de muhal değildir.
Arkadaşlar!
Yine rahmetli Demirel’den örneklendireyim:
Siyasetin temel felsefesi “dün dündür bugün de bugün…” gerçeğidir.
Acı ama gerçek ki “siyasette, dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurutulmaz…”
Hiçbir lider bir diğeriyle ne daimi dost ne de daimi hasım olamaz.
Ülkesel menfaatler/devletin ali ve yüksek menfaatleri söz konusu olunca da hiçbir lider bir diğerinin elini sıkmaktan imtina etmez.
Hani, anlatılır ya;
Demirel, Ecevit’e çok kızgınmış ve onun elini sıkmam diyormuş.
Ecevit iktidardan düşüp Demirel Başbakan olunca; devir teslim töreninde Ecevit’in elini sıkar.
Gazeteciler “hani, Ecevit’in elini sıkmayacaktınız?” diye sorar.
Demirel büyük bir zeka ve nüktedanlıkla “elini sıkmayıp da, ya neresini sıkacaktım” der.
Gülümseten bu anekdot aslında öyle büyük bir yaklaşım ve derin anlam içeren bir derstir ki…
Devletin başı/bir partinin başkanı/özellikle de iktidara namzet partilerin başkanı olmak ateşten gömlek giymek gibidir.
“Muhalefette iken bunu diyordu ama şimdi böyle söylüyor/Belediye başkanı iken şöyle yapıyordu ama şimdi böyle yapıyor/daha birkaç sene önce ne diyordu şimdi ne diyor” deniyor.
Evet, aynen öyle ve kusura bakmayın öyle de olmak zorunda.
İktidar olup yönetmek veya parti başkanı olup muhalefet etmek XXL sorumluluk gerektiren zor bir iştir.
Bizlere göre hava hoş. Dilimizin kemiği yok; istediğimiz lafı hesapsız-kitapsız söyleyebiliyoruz.
Ama siyasetçinin böyle bir lüksü yoktur. Var diyen siyasetçi ise aslında retorik yapmakta ve sadece popülizm cilalamasından başka bir şey yapmamaktadır.
Sonuç:
Türk siyaseti ilginç bir dönem ve dönemeçte. Sanki yeni/önemli ve büyük bir uzlaşma/uzlaştırma arifesinde…
Bu konuda devlet ve siyaset kurumu arasında, sanki asgari bir müşterek oluşmuş gibi…
Şunu da söylemeliyim; her istişare/her mutabakat/her uzlaşı aleni yapılmaz ve ilan edilmez. Hatta gerçekte ne olduğu veya olmadığı hiçbir zaman bilinmez.
Ama olan olur/değişen değişir/hiç uzlaşmaz denilenler bile uzlaşmak zorunda kalır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti yoluna devam eder…
Yanılıyor olabilirim ama bana öyle geliyor…
Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah'a emanet olun sevgili okurlar.