‘Duygusal Kopuş’ mu başladı..

Bolşevik İhtilali olmuş ve Lenin’li yıllar başlamıştır.
Sovyetler Birliğinde şeker krizi baş gösterir.
O sırada bir başka ülkenin devlet başkanı Lenin’i ziyaret eder.
Görüşmeler esnasında çay ikram edilir.

Lenin’in çayını şekersiz içtiğini gören yabancı devlet başkanı sorar;
Yoldaş Lenin, sizin çayı şekerli içtiğinizi biliyordum, şekeri bıraktınız mı.?

Lenin;

Şuanda ülkemde ciddi bir şeker sıkıntısı yaşanıyor ve ben halkıma şekeri az kullanmalarını, şekersiz çay içmelerini tavsiye ediyorum.

Hal böyleyken, önce ben şekeri bırakmalı, çayımı şekersiz içmeliyim ki; onlardan istemeye yüzüm olsun, tavsiye ve önerim etkili bulunsun.

Halkımın yaşadığını yaşamadan söylediğim sözün bir önemi olmazdı
.”

Hatırat doğru veya yanlış.

Onu bilemem ama manidar mı, oldukça manidar…
Hadisenin özeti budur…

Sende var diye başkasında olmayan ve onun ihtiyacı olan bir şeyi önemsiz göremezsin.

Çünkü kimin neye ihtiyacı varsa, o kişi için en önemlisi odur.

Ve halk sıkıntı içindeyken, maişet güçlüğü yaşarken; sen lüks ve refah içinde sıkıntısız isen, bir biletin hesabını yapmak zorunda olanların halini görmezden gelmemelisin.

Sıkıntı, sorun ve yokluğu yokmuş gibi görmemelisin.
Sıkıntı varken, sorun yok deniyorsa sorun var demektir.

Halkla duygudaşlık kurulması gerekirken, ortalık günlük güneşlik demek akıl karı değildir.

Bilakis halkın akıl ve idrakini ciddiye almamak olur.
Bütçe fazla verdi diyoruz.
Yahu verir tabi…
Piyasalarda yaprak kıpırdamıyor ki.

Ölüm orucundaki birisinin gıda harcaması yapmaması gibi bir şey bu…

Gözümüzü açalım, aklımızı başımıza alalım lütfen.
Biz neydik, ne hale geldik…
Nereden başladık, nereye savrulduk…

Hep, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini zikrederdik.

Fakir-fukara, garip-gureba ile yer sofrasına bağdaş kurar ve hiç de eğreti durmazdık.

Halkla duygudaşlık kurar, acısını ve yalnızlığını taaa yüreğimizde hisseder; “biz iktidar olursak bunlar gibi asla olmayacağız” derdik.

Yolsuzluklar, yasaklar, yoksulluklar bizim en temel düşmanımız idi…

En muzdarip olduğumuz şey ötekileştirme ve adaletsizlik idi.

Çünkü biz Ahmet Haşim’in deyişiyle; “melali(üzüntü-hüzün-acı) anlamayan bir nesle aşina değil” dik.

Mağdur bile olsak rövanşist olmayacaktık.

Devletle milleti barıştırmak, kavuşturmak, kucaklaştırmak temel felsefe ve hedefimiz idi.

İtilmiş, kakılmış, horlanmış yok sayılmış “Anadolu İnsanını” hakettiği yere oturtmak “özlenmiş inancımız” idi.

Hanımlar beyler, tehlikeli sularda yüzüyoruz.
Tabir caiz ise, “bulmuşcuk” gibi olduk.

Halkla kurduğumuz duygudaşlık, tercih edilmemizin en büyük vesilesi idi.

Bu bağ sallanıyor, inceliyor, kopuyor.

Bu acı gerçekliğe gözlerimizi kapatıyor ve böylesi bir trajedi yokmuş gibi davranıyoruz.

Halkla iktidar-devlet arasındaki duygusal kopuş derinleşiyor.

Çünkü orta gelir grubu tükendi, tükeniyor.

İnsanın karnı açlıktan guruldarken aklıselim, hoşgörü ve anlayış maalesef biter.

Sefalet, geçim derdi gün be gün artıyor.

Ve üstüne üstlük, yöneticilerin hayat pahalılığı ve işsizlik yokmuş, herşey iyi güzel hoşmuş gibi davranması sinirleri daha da geriyor.

Adeta; “tok aç’ın halinden ne bilsin” yaşanıyor.

Allah rızası için; biraz insaf, vicdan, merhamet, sorumluluk, ve mazluma şefkat varsa; vefakar, fedakar, cefakar bu halka şu sözleri söyletmeyin…

Yaram sızlar, yaram sızlar,
Yokluk başta, yaram sızlar,
Yaralının halinden,
Ne bilsin yarasızlar...
OGÜNhaber