Kara Elmas değil, Kara Ölüm

Her sabah, her vardiya olduğu gibi bu defa da arkasında hüzünlü gözlerle kendisine “Allah yardımcın olsun, sağlıkla dön” diyen hüzünlü anne, eş, baba, evlat bakışları bırakır.
Dualarım seninle diyen, tedirgin eşini, ağlamamak için zorlayan, dolu gözlerle bırakır.
Dudakları kımıldayan, dualar okuyan, evladını Allaha emanet eden anne yüreğini  bırakır.
Gider İnce Mehmet’ler… Giderler, girerler yerin yedi kat altına, bir ekmek uğruna, muhannete muhtaç olmamak için, onuruyla yaşamak için,  kahramanca…

O gün de böyle bir gündü…
Girdiler o kahrolası yerin altına, kahrolası bir parça “kara ölüm” için… Canlı girdiler, dualarla girdiler, namerde muhtaç olmamak için girdiler…

Girdiler ama çıkamadılar kahramanların pek çoğu, çıkamadılar onuruyla yaşamak isteyen, onur abideleri, çıkamadılar dünya benim diyenlerden daha zengin gönüllüler…

Hep tedirgin, kaygılı, endişeli bekleyenlerin hüzünlü gönüllerine bir ateş  düştü…  Sabah dualarla uğurladıkları sevdikleri, yerin altında mahsur kalmışlardı…

Karanlığın aydınlatıcıları, karanlıkta kalmışlardı, yerin üstüne ışık vermek için çalışanlar, yerin altında ışıksız, havasız kalmışlardı…

Duyan koştu, duyan koptu, duyan fırladı…
“Mustafam, Mustafam, Mustafam” diye yürekleri yakıyordu, yüreği yanan annenin feryatları…
“Nolur bana babamı getirin, babamı istiyorum ben” diyen evladın feryadı arşa çıkıyor, içimizi dağlıyor, gözlerimizi yaş dolduruyor, “Allah’ım nolur yardım et” dedirtiyordu…

O anda bile metanetini kaybetmeyen eşin, onurundan taviz vermeden sessiz, gizli gözyaşları ve hıçkırıkları, mahzun gözlerinden dökülen sessiz yaşlar, yüreğimizi kanatıyordu…
Onlarca insan, onlarca kahraman, onlarca onurlu cesur yürek ölümle pençeleşiyordu…

Ocaktan her çıkan sedye feryatları bir kat daha artırıyor, acı haykırışları arşı alaya ulaşıyordu.
Sağ çıkan sevinemiyordu bile; babamı, kardeşimi, arkadaşımı gözlerimin önünde kaybettim diye…

Kurtulan da ağlıyordu, kurtulamayanlar için…
Onurlu insandı onlar… O anda bile bir onur abidesiydi; “çizmelerimi çıkartayım mı, sedyeyi kirletmesin” diyecek kadar alicenap ve hassastı, ölümden  ve ölümün pençesinden ve “siyah elmasın” lanetinden, henüz kurtulmuşken bile…

Her çıkan naaşla yükselen feryatlar, figanlar, gözyaşları insana isyan ettiriyor; “Allahımmmmmm  adaletin bu mudur” dedirtiyor adeta…

Mehmet Akif’in dizeleri akla geliyor bu isyan haliyle:
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? 
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! 

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! 
'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? 
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ 
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar, 
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
 
Yuvalar yıkılıyor, ocaklar sönüyor, kadınlar dul, evlatlar yetim kalıyor…
Buna yürek mi dayanır, can mı dayanır, kalp mi dayanır…

Sözün bittiği an, söyleyecek söz yok,hiçbir söz bu acıyı dindiremez,hiçbir söz, çare olamaz…
Kalanlara sabır bile dilemeye utanıyor insan. Sadece içinden diyosun adeta utanarak “Allahım bu şehitlerin ailelerinin sabrını artır” diye..

Çünkü bu ateş düştüğü yeri yakmıyor sadece; Soma’yı yakıyor, Türkiye’yi yakıyor, 77 milyonun yüreklerini yakıyor…

Soma’da hayatını kaybeden kahramanlarımıza Rahmet diliyoruz, kalanlara “utanarak da olsa” sabır diliyoruz, onurlu insanları, şehitleri, Allah’ın en kutsal saydığı “emeğiyle ekmeğini taştan çıkartan” kahramanları dualarla ve minnetle anıyoruz.
OGÜNhaber