Kimse üstüne almasın, saçmalama hakkımı kullandım..

Nasıl bu hale geldik.!
Nasıl bu kadar duyarsız, bencil, kibirli ve maddileştik.!
Beyt-ül Mal”ın hassasiyetini nasıl böyle unuttuk.!
Kul hakkı’na karşı nasıl böyle umursuzlaştık.!
Din’i, devleti, milleti nasıl bu kadar basitleştirdik.!
Vebal” kavramına nasıl bu kadar yabancılaştık.!

Hep bana, hep bana” sözüne nasıl böyle mazhar olduk.!

Nasıl, yapıcı eleştiriye bile kulağımızı tıkadık.

Üstüne üstlük bir de saldırıp, eleştiri yapanı linç edecek vicdansızlık noktasına nasıl geldik.!

Tamam, siyasi, askeri ve ekonomik dış saldırı var.

Tamam, coğrafya kaderdir ve biz de kritik bir coğrafyadayız.

Tamam, burada devlet yönetmek zor zanaat.

Tamam burada birey olmak, millet olmak, devlet olmak zor.

Tamam burada tarihin her kesitinde kavga büyük ve mücadele zor.

Amenna, itirazım yok ve bilincindeyim bunların.

Ama bunlardan bağımsız; yaptıklarımıza, ettiklerimize, günahlarımıza, hatalarımıza, “dış güçler ve saldırılar var” demek meşruiyet kazandırır mı…

Çoktandır yazmıyordum.

Ne yazacaktım ki zaten…

Doğruya doğru derken eğriye çıkıyor adın çünkü…

Erdem” denilen haslet adeta dağlara kaldırılmış.

Bendensin veya değilsin” ayrıştırması zihinleri esir almış.

Yazdığın, söylediğin, konuştuğun herşey birilerine batıyor.

Herkes çiğ yiyor, karnı ağrıyor.

Bu yüzden de söylediğin her söz, rahatsızlık yaratıyor.

Linç kültürü öyle bir hal almış ki; en doğruyu söyleyene, göğsünde akrep var gibi en dostane uyarıyı yapana bile; “FETÖ ağzıyla konuşuyor gibisin” yaftalaması her dem hazır.

Ekonomi kötü desen, kızgınlığın muhatabı oluyorsun.

Toplumsal asabiyet artıyor desen; nefret dolu gözler ve kalemler harekete geçiveriyor.

Her yer güllük-gülistanlık  desen; buna kendin bile inanmıyorsun ki…

İnandığın gibi, gördüğün gibi, düşündüğün gibi yazamıyorsun.


Yazarsan, “vurmuş” oluyorsun, düşmancalık içindesin, içinden geçtiğimiz kritik günlerde düşmanla hareket eden birisi oluveriyorsun.

Hal böyleyken yazayım da ne yazayım ki….

Din bu değil diyorsun.

Yozlaşırken, sadece devleti değil,yüce dini de yıpratıyoruz diyorsun; duyan yok.

Dilimizden besmele düşmüyor; ama aklımız fikrimiz, zikrimiz cebimizde, kesemizde.

Din derken ahlakı unuttuk.

Dini şekilciliğe indirgedik ve gayrımeşruluklarımıza kamuflaj haline getirdik.

Kaldı ki; ahlak denen yüce mefhumun da içeriğini boşalttık.

Din çoktur ama ahlak tektir”.


Ve her dinin temeli “ahlak” olgusuyla mücehhezdir ve ahlakın olmadığı yerde dini şeair de bitmiş demektir.

Ahlak’ı cinsiyet kavramına ulayarak ve özdeştirerek daralttık ve basitleştirdik.

Gerçi bu noktada bile sınıfta kaldık; cebimize ve uçkurumuza feda ettik, var sandığımız “ahlakiyetimizi”.

Halbuki ahlakın temeli, “iyi insan” olmaktır.

Zalimlik etmemek, kul hakkına riayet etmek, zulmetmemek, adil olmak vb gibi hasletlerle hareket etmektir, ahlak.

Düşünsenize…

İslam gibi yüce bir dinin, ahlakı ihmal etmesi mümkün mü sizce…

Haşa ve asla.

Ama biz “ahlak”sız bir din algı ve olgusunu çok sevdik.

Çünkü işimize böyle geliyor.

Yaptığımız nameşru işlere fetva kitabı görüyoruz Kuran’ı.

Haram helal ver Allah’ım, kemter kulun yer Allah’ım” sözünü yaşam felsefesi yaptık.


Mazlum diyoruz, mağdur diyoruz, fakir-fukara diyoruz ama tüm bedelleri bu kesimlere fatura ediyoruz.

Ehliyet, liyakat gibi temel kavramları unuttuk.

Benden olan, bizden olan, söz dinleyen, her söyleyeni yapanlar en müreccah  oldu.

FETÖ derken adeta FETÖ’cülerin imha, yıpratma ve itibarsızlaştırma taktikleriyle benzeştik.

FETÖ denen illeti her durum ve ortama uygun, kullanışlı bir suçlama aparatı olarak elimizden ve dilimizden düşürmezleştik.

FETÖ mücadelesinde at izini it izine karıştırdık.

Mazlum kim, mağdur kim, zalim kim, mağrur kim….

Kim kim kim.
Mehmet Akifin dediği gibi;

Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?


Ama emin olun ki; herkesin bir hesabı olsa da, en büyük hesap yapıcı Allah’ın da bir hesabı vardır.

O, herşeyi gören bilen ve işitendir.

Eğer yaptığımız bir eylem, söylediğimiz söz ve içimizden geçirip gizlediğimiz bir niyet, kötüyse; bize şah damarımızdan yakın olan bunu görüyor ve biliyor.

Biz ne yaparsak yapalım, kader ağlarını örecektir.

Kader denen mefhumun, bir şekilde tecelli etme özelliği vardır.

Kibir bitirir.
Gurur eritir.
Zulüm devam etmez.

Bu arada Mart-2019’da mahalli idare seçimleri var.

Burada, tüm iyi niyet, samimiyet ve içi yanan birisi olarak herkese, hepimize 26 Mart 1989 Yerel seçim sonuçlarını hatırlatmak istiyorum.

Ankara, İstanbul ve İzmir’de Anavatan Partisi belediye başkanları vardı.

Bedrettin Dalan İstanbul,
Burhan Özfatura İzmir,
Mehmet Altınsoy Ankara.

Her üçü de oldukça başarılı başkanlardı.

O dönemde, halkın Turgut Özal ve iktidara siyasi algısını gözünüzün önüne getirin.

İktidara ve yönetim tarzına eleştirilerin ayyuka çıktığını hatırlarız.

Neredeyse bugünle benzer eleştiri ve kızgınlıklar oluşmuştu.

Peki sonuç ne oldu?

Ankara’da Murat Karayalçın,
İstanbul’da Nurettin Sözen,
İzmir’de Yüksel Çakmur kazandı ve ANAP’lı belediyelere son verdi.

Yıpratmak, sadece eleştirmek ve/veya eleştirime delil bulmak için anlatmadım bu örneği.

Egom, enaniyetim ve nefsim için de hatırlatmadım bu anekdotu.
Kıssadan hisse alınacağını da pek düşünmüyorum artık.

Belki ne alaka ama; saçmalama hakkımı kullandım diyelim…
OGÜNhaber