Osmanlı’da Ramazan

Damak lezzetine hitap edecek tüm iftariyelikler ayrı ayrı yerlerden alınırdı. Çeşit çeşit peynirler, siyah ve yeşil zeytinler, farklı kaplarda gelen rengarenk mis kokulu reçeller, pastırma, hurma ve ekmek yerine bir Ramazan klasiği olan pide, iftariyeliklerin olmazsa olmazlarındandı.

Osmanlı'da Ramazan bir başka karşılanırdı. Öncelikle Ramazan'ın birinci gününün tahakkuku çok önemli idi. Bunun için hilali görmek şarttı. Her ne kadar takvimler yazsa da Osmanlı bu astronomik tayini hatalı bulurdu. Bu Ramazan hilalini görme meselesi ile İstanbul Kadılığı meşgul olurdu. İstanbul'da güçlük çekmeden hilalin görüldüğü yerler: Beyazıd, Fatih, Süleymaniye, Çarşamba, Cerrahpaşa, Edirnekapı camilerinin minareleri idi. Hilali görenler kadı huzuruna alınırdı. En az iki şahitle tasdiklenen tahakkuk olayından sonra hilali görene para verilirdi. İyice sorgulandıktan ve ispat edildikten sonra bu kişilere itimat edilirdi. Hemen şerriye siciline işlenir kadının onayı ile Süleymaniye camisinin kandilleri yakılırdı. Bu Ramazan´ın başladığı anlamına gelirdi.

Osmanlı İmparatorluğunun yönetim ve başkenti olması sebiyle  İstanbul, en zengin Ramazan kültürüne sahipti. Belli camilerin avlularında sergiler açılır ve buralarda çeşitli ülkelerden getirilmiş baharat, şekerleme,tespih, ağızlık gibi şeyler sergilenir ve satılırdı. Şehzadebaşı’ndaki Direklerarası’nda gezintiler ve eğlenceler yapılırdı. Hacivat-Karagöz oyunu bu eğlencelerin önemli bir parçasını teşkil ederdi.

Ne yemek yapılacağı, neyin ne zaman sofraya geleceği ve hangi yiyeceğin ne zaman sofrada yeneceği belliydi. İftar sofrasında oruç, iftariyeliklerle açılırdı. İftariyeliklerin ardından çorba servise sunulur ve çorbalar bitirildikten sonra 40 kaptan fazla et, sebze, balık yemeği padişahın sofrasını donatırdı. Ramazanın baş tatlısı olan güllaç ve bunun gibi pek çok tatlı ana yemeklerden sonra da afiyetle yenirdi. Tüm bu yiyeceklerin pişirilmesi, sofraya getirilmesi, sofradan kaldırılması adabına göre gerçekleştirilir, sofraya hizmet eden de sofradan yemek yiyen de iftara hürmet gösterirdi.

Gözleri de karnı da doyuran iftar sofrasına nazaran sabah ezanından önce yenen sahurda, mideyi yoracak et yemeklerinden ziyade, karnı bütün gün tok tutacak hamur işleri, pilav ve vücudun şeker ihtiyacını karşılayacak kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaflar içilirdi.

Ramazanın dördünden itibaren sarayda iftarlar başlardı. Öncedefterdarlar, şeyhülislamlar, sonra kazaskerler, sonra diğer görevliler derken saray iftarları başlardı. Bir hediyeleşme,yardımlaşma usulü olurdu.İftar sofralarında daima bir diş kirası bulunurdu.İftara gelen insanlara dişiniz çok yoruldu,şunu alında dişinize gelen zararı telafi etmiş olalım diye küçük altın kesecikleri herkesin ihtiyacına göre verilirdi. Eski iftarlar şimdiki gibi masa başında oturalım iki tasavvuf müziği çalınsın ezan okunur,arkasındanda çorbalar tatlılar gelsin dağılalım şeklinde olmazdı. Eski iftarlar ezan okunmadan önce insanların toplanmasıyla başlar,ezan okunduktan sonra önce küçük iftariyelik adını verdiğimiz tatlı yahut zeytin,kaymak,bal yenirdi. Sonra akşam namazı kılınır,namazdan sonra oturulur ve sahura kadar yenirdi. Akşam yemeği ve sahur yemeği hemen hemen aynı yemekti. Sadece bedenen oturulmazdı o sofralara zihin ve gönüllerde doyurulurdu. Sarayda bunun adı huzur dersleri diye geçerdi. Huzur dersleri padişah önünde alimlerin bir konu üzerinde tartışmaları şeklindeydi.

Padişahımızın camilere teşrif buyuracağı umulduğundan, herkesin edep dahilinde hareket edeceğinden şüphe etmiyoruz. Herkesin intizamla camiler ve diğer yerlerde vakit geçirmelerine diyecek yoktur. Ancak çarşı içinde, Beyazıt ve Şehzadebaşı’nda, Doğruyol üzerindeki dükkanlarda halkın birikmesi yasaktır. Geceleri büyük caddelerde iskemle ile sokak ortalarında, halkın gidip gelmelerine mani olacak şekilde oturmak yasaktır.

Dini vazifeleri yapmak, vaazlarda bulunmak isteyen kadınlar için Sultanahmet ve Şehzadebaşı camileri öteden beri ayrılmış olduğundan kadınlar bu camilerden başka büyük camilere gitmekten menedilmişlerdir. Namaz vaktinden başka erkeklerin camiye girmeleri yasaktır.

Özellikle Ramazan günlerinde, Osmanlı'nın son dönemlerinde (1800’lü yılların sonları) , İstanbul şehri halkının tek eğlence ve vakit geçirme yeri var. Direklerarası !.. Pek tabiki daha sonra da cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul eğlence hayatında ikinci önemli merkez Beyoğlu oluyor. Eğlence kültürümüzde, özellikle Ramazan eğlencelerinde önemli bir yer edinmiş olan Direklerarası.

İstanbullular, en çok Ramazan'da eğlenirlerdi. Teravih namazından sonra, insanlar ellerinde fenerlerle, güle, eğlene, Ramazan'ın ibadetlerini yerine getirmiş olmanın iç rahatlığıyla, Direklerarası'nda eğlenmeye gidiyorlar." Direklerarası, bundan yaklaşık 150-200 yıl öncesinde bugünkü Şehzadebaşı mahalinde, özellikle Ramazan aylarında Haıkl eğlendirmek amacıyla, adından da anlaşılabileceği gibi boş alanlara dikilen direklere gerilen çadırların ortasında yapılan eğlencelere verilen ad. Adı buradan geliyor. Özellikle bu çadırlarda, önceleri yalnızca, önemli kişilere ve devletin önemli şahsiyetlerine eğlenceler düzenlenirmiş. Daha sonra, vatandaşlarda bu eğlencelere katılmaya ve izlemeye başlamışlar. daha çok halk tipi, ailece gidilebilen, özellikle ramazan eğlenceleriyle zamanında çok popüler olmuş bir yerdir.
 
İstanbul halkının eğlenmesi, hoşça vakit geçirmesi için, Saraçhane, Vezneciler, Şehzadebaşı civarını kapsayan bölge tiyatroları, musiki fasılları, meddah, Karagöz oyunları, sinemalarıyla orta sınıfın gözde eğlence mekânı olmuş. Bu zamanlar halk için Ramazan ayı direkler arası eğlenceleri demektir. Direklerarsı eğlenceleri, eski İstanbul'un eğlence hayatının kaynaştığı en canlı ve hareketli yer olmuş, Meddah, hokkabaz, kanto, tüluat tiyatrosu, göz boyamacılar (sihirbazlar), halka oynatıcılar, Karagöz, cambazlar, ateş yutan adamlar, dev adamlar, ve musiki fasılları demektir.

Önceleri yalnızca Şehzadebaşı ve ahalinde kurulmuş olan ve adı Direklerarası olan eğlence yerleri, yalnızca Müsluman halka hizmet vermiş, zamanla Beyoğlu’na kayan eğlence yerleri ise daha çok gayrimüslimlerin mekânı haline gelmiş. Müşterileri daha zengin ya da daha 'günahkâr' olabiliyor. Tipik bir Müslüman Osmanlı ailesi için gidilmemesi gereken ya da sessizce gidilip bakılan bölgelerden biri haline gelmiş. İstanbul eğlencelerinin Batılı anlamda sahne sanatlarıyla buluşmasında gezgin İtalyan tiyatrolarının oldukça etkisi var. Bugün kullandığımız tiyatro ve müzik terimlerinin çoğu İtalyancadan geliyor. Mesela dilimize Kanto olarak giren müzikli dans gösterisi, İtalyancada 'Cantare' şarkı söylemek anlamındadır.
OGÜNhaber