Boğuluyorum; 'Can Yeleği' Verin!..

Gönül Kıvılcım, oyunu izlediğimiz zaman öncelikli olarak Suriye’deki savaşı ve katliamı konu alıyor ve oradan ayrılmak zorunda kalan bir ailenin dramını gözler önüne seriyor zannediyoruz ancak daha dikkatlice seyrettiğimiz ve sonrasında da oyun üzerine derinlemesine kafa yorduğumuz zaman, aslında yazarın bir savaşın zâlimane ve kahreden hâlinin yanı sıra, gerek coğrafyamızda gerekse dünyanın herhangi bir yerinde, yerlerinden yurtlarından ayrılmak zorunda kalan insanların içine düştüğü göç dramını da aktardığını anlıyoruz.



Yaşam, kendi akışında gündelik hengâme ile devam ederken, misâl çocuklar toplarıyla balonlarıyla oyuncaklarıyla oynarken, bebekler emzirilirken, anneler-babalar evin ve kendilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırken; bir anda patlayan bombalarla sadece evler, binalar, parklar, bahçeler değil hayatlar, çocukluk anıları, hatıralar, umutlar, mutluluklar, beklentiler ve hayâller de darmadağın oluyor. Nihayetinde ya her şey geride bırakılacak ve yepyeni bir düzen inşa edebilmek, yeniden hayâller kurabilmek, en azından nefes alabilmek için yola koyulup göçe başlanacak yada o yangın yerinde kalınıp onca şeyin altında bir de bedenler bırakılacak.



O cehennemin ortasında iki kadın aileleriyle beraber yola koyulurlar; her şeylerini geride bırakarak. Aslında bıraktıklarını zannederek. Zira öyle kolay değildir. Ruhunu, aklını, gönlünü ve dahi gözlerini bıraktığın yerden bedenini alıp çıkmakla gitmiş, terk etmiş ve kurtulmuş sayılmaz kimse. Göç yollarında ve tanımadıkları yerlerde tutunmaya çalışmak kolay olmayacaktır. Köpeklerini sabah akşam dışarı çıkarıp, o köpeklere ağaçların ve parkların ortalarına tuvaletlerini yaptıran “üstün” zatların, kendilerinin aynı parklarda kar kış demeden küçük çocuklarıyla beraber donma ve aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarını dahi fark edemeyecek, hatta bundan rahatsız olacak kadar kör ve sağır olduklarına şâhit olacaklardır.  İşte bu insanlarla yan yana olmak da hiç kolay olmayacaktır.



İki kadın ve onlar gibi milyonlarca kişi, bir yandan yeni coğrafyalarında yaşamaya çalışırken bir yandan da geldikleri yerleri ve hayatları unutmamaya çalışarak, hem geçmişlerine hem de bulundukları yerlere tutunarak her şeyle baş etmeye gayret ederler. Kimisi, öfkeyle kimisi de ümidini zerrece yitirmeye çalışmadan…



Oyun sayesinde, aslında hemen yanı başımızda cereyan eden savaşı ve o savaşın mağdurları ile ilgili olarak yeniden bir yüzleşme içine giriyoruz. Belki de hemen yanı başımızda, yan sokağımızda,  apartmanımızın bodrum katında, sabah koşusunu yaptığımız yeşil alanlarda yaşanan dramı normalleştirecek kadar umarsızlaştığımızı da yüzüme çarpıyor.



Yönetmen Nihat Alpteki, tiyatromuzun yetişkin oyunlar özelinde rejisörlükte yeni olmasına rağmen çok başarılı biri. Daha önceden yönettiği “Geç Kalanlar” oyunuyla da beğeni toplamıştı. Ben de o oyunu o denli beğendim ki danışmanlık yaptığım çiftlerin çoğuna oyunu muhakkak izlemelerini tavsiye ediyorum. Elbette Alpteki’nin seçtiği metinlerin kıymetli oluşu yadsınamaz ama hepimiz biliyoruz ki bir yönetmenin oyunu ele alış biçimi ve yorumlaması da görmezden gelinemeyecek kadar mühim. Alpteki, tiyatroda minimalizmin farkında olan ve onun değerini bilip işlemesini de becerebilen; bir yandan da oyunun maksadının salt oyuncuya yüklenerek ve oyuncunun performansını ortaya çıkararak değil, müziğin ve ışığın da gücünün idrakinde olan ve tiyatronun bunlarla bir bütün olduğunu kavrayabilen bir yönetmen. Bu oyunda da aynı minimalist bakış açısını görebiliyoruz.



Oyunda, arkaya yansıttığı görüntülerde çok sade nüansları kullanması yerinde bir tercih. Sahneyi ve kullandığı görüntüleri yalın tutması, anlatılan dramın seyirci üzerindeki tesirini arttırıyor.



Can Yeleği, tek kişilik 65 dakikalık bir oyun. Ve bu oyunun kahramanı Elçin Atamgüç… Atamgüç, hem anne hem eş hem evlât hem çalışan güçlü bir kadın hem bir arkadaş… Aynı anda hepsi olabiliyor. Karakterler ve duygular arasındaki ani geçişlerde çok başarılı. Duyguları üstünkörü geçmiyor, âdeta yaşıyor ve bizlere de yaşattırıyor. Neredeyse es vermeden sahnede ve fakat bir an olsun enerjisi düşmüyor. “Enerjiyi ayakta tutayım” diye bir yapay çaba da değil bu yaptığı; anlattıklarını derinlemesine hissettiği her hâlinden belli olduğu için seyirci de kendisini o duygulara kaptırıyor.



Oyunun dramaturgisini Dilek Tekintaş, sahne ve kostüm tasarımını Aysel Doğan, ışık tasarımını Mustafa Türkoğlu, efekt tasarımını Metin Küçükyılmaz, video tasarımını Mustafa Küçücük, müziklerini ise Barış Manisa yapmış. Her biri o kadar yerinde ve oyuna uygun çalışmalar yapmış ki oyun tek perde olmasına ve sadece bir saatten biraz fazla sürmesine rağmen, izleyenler için hiç de o kadar kısa bir oyunmuş gibi gelmemesini sağlamışlar.

Hepimizi, adeta o atmosferin içine çekiyorlar. Bir yandan duygularımızın köreldiğini bir yandan düşüncelerimizin nasıl da yozlaştığını görmemize vesile oldular ekipçe. Bütün ekibin yüreğine sağlık.

OGÜNhaber