Padişahlık nedir ki, Şah ona derim ki Ulubatlı gibi ola!..

Hendek savaşı başladığı sıralarda müminler çok zor durumda kalırlar. Kureyza Yahudileri ile ittifak yapan Kureyşliler bu kez çok güçlüdür. Savunmasız bir Medine, bitirilemeyen bir hendek ve bir avuç mücahit kırılma noktasındadırlar. Lakin cihan serveri Muhammed (s.a.v) neşelidir, kazılamayan hendekteki kaya parçasına vurarak un ufak ederken ülkeler, beldeler ötesinden de müjdeler vermektedir ki İstanbul bunlardan bir tanesidir.

"İstanbul elbette fethedilecektir. Onu feth eden komutan ne güzel komutandır, onu feth eden asker ne güzel asker!”

Değerli dostlarım Fethi incelerken üzerinde en çok durulan Fetih süreci ve nasıl kazanıldığıdır, aslında gerçek başarı Fethe hazırlık sürecinde ve genç Sultan Mehmed Han’ın azmindedir. Şehzadenin yetişme sürecine kısaca göz atacak olursak karşımıza ilk çıkan babası Murad Han’ın titizliği ve hocası Molla Gürani Hazretleri olur.

Daha çocukken ele avuca sığmayan,yerinde duramayan bir Şehzadedir Fatih.

Sultan Murad Han Hacıbayram Veli hazretlerinin Şehzade Fatih ile ilgili işaretlerini ciddiye alır ve Fatih'in eğitimine daha bir özen gösterir. İslâm âleminin en güzide âlimlerinden onu yetiştirmelerini ister. Onunla baş etmek kolay değildir. Nitekim pek çok hoca dikiş tutturamaz ve aflarını dilerler.

Lakin Sultan Murad Molla Gürani ile tanıştığında artık Fatih için hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktır. Murat hanın dudaklarına muzip bir tebessüm,İçinden "Haydi bakalım Şehzade Mehmed" der, "şimdi derslerini kır da göreyim."

Padişah oğlunu Molla Gürani Hazretleri'ne teslim ederken "Sakın gözünün yaşına bakma" der, "eti de senin, kemiği de."

Tecrübeli Alim Gürani hz. sarayda uşaklara bile kıymet verir, aşçıların, seyislerin hatırını sorar. Ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Ona sıradan biri gibi davranır ve soğuk bir edayla "otur" der. Fatih bu muazzam heybet karşısında bocalar ve hayatında ilk defa diz kırar. 

Molla Gürani Hazretleri Emsile'yi açar, bir iki soru sorar. Ama cevaplar istediği gibi değildir. Bunun üzerine üstüne basa basa "dövmek" fiilini çekmeye başlar. "Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki.." Fatihin rengi uçar, dudakları uçuklar. Titreyen bir sesle son cümleyi tekrar eder "Darabtühü cidden şediden" Vallahi döver mi döver.

Ve sonrasında düşmanlarının konuştuğu dilleri dahi öğrenmeye kadar uzanan bir eğitim süreci... Şehzade Mehmet’in, Fatih Sultan Mehmed Han olma yolundaki ilk adımları böyle başlar.

Fatih,Şehzade olarak Manisa'ya yollandığında Murat Han yanına katacak bir ilim ehli arar. Bu zat ona hem hocalık, hem babalık yapmalıdır. 

Ancak ulema bu zeki şehzadenin nasıl zor biri olduğunu bilir ve çekinirler. Lakin Molla Hüsrev bu işe gönüllü talip olur.

Nitekim sevimli müderris ile genç Şehzade arasında tarifi zor bir muhabbet başlar. Molla Hüsrev onun ufkunu açar, büyük düşünmeyi, kendini aşmayı aşılar. 

Zaman zaman Spil Dağı'nın sarp yamaçlarına çıkar, abi kardeş gibi hayal kurarlar. Karadan kadırga yürütür, suya köprü atarlar. Devasa gemiler, yürüyen kuleler, dudak uçuklatan toplar. Toprağa çizilen şekiller, şemalar.. O gün orada ince cizgilerle toprağa çizilenler,bir gün altın harflerle tarihe yazılacaktır.

Sultan Murad vefat ettiğinde Fatih 19 yaşındadır ve tahta geçtiği gün ilk işi ulemayı yanına toplayıp İstanbulun Fethini sormak olmuştur. Çok değil iki yıl sonra 21 yaşına geldiğinde çağ açıp çağ kapayan bu fetihe imzasını atacaktır dahi Sultan.

Fetihte döktürülen topların önemini hepimiz biliriz ama bilmediğimiz bir şey vardır ki topların dökümü Macar Urban ustaya aitse de yapımın ve fikrin tamamen Fatih’e ait olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Edirne Sarayı‘ndan İstanbul‘a getirilen silahların defterlerini inceleyen bir Alman tarihçisi, bu topların döküm tekniğinin de, balistik hesaplarının da bizzat Fâtih Sultan Mehmed Hân hazretlerine ait olduğunu söyler. (Von Der Golz Pacha, Askerî tarih yorumları, c. 2)

Aynı tarihçi dönen kızakların mukavemet hesaplarını da, ne kadar yağ kullanılacağının ve her geminin kaç leventtarafından çekileceğinin hesaplarının da, yine Sultan Fâtih tarafından düşünüldüğünü isbat eder.

Dostlarım Fetih süreci burada kısacık bir yazıya sığdırılamayacak kadar uzundur lakin bu süreç için de öyle biri daha vardır ki ismi Fethin kahramanı olarak hala anılmaktadır.Ulubatlı Hasan.

Ulubatlı Hasanla ilgili ilginç bir hikayeyi kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum

Mevzu nedir bilinmez ama II. Murad Han o güne kadar yapmadığını yapar, bir anda talimgâha girer ve "yiğitlerim" der, "mühim bir vazife var. Bu işi kim yapar?" Askerlerin hepsi de "sağına soluna bakmadan" bir adım öne çıkar, "ben" derken hançerelerini yırtarlar.

Sultan sakalını sıvazlar mütereddit bir ifadeyle "ama" der, "gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var." Levendler bu güç görevin şehadete neticelenebileceğini anlarlar. Lakîn zerre kadar tereddüt etmeden bir adım daha atar ve gönüllü olduklarını haykırırlar.

Murad Han bakar olmayacak, kendisi seçmeye kalkar. Yanıbaşındaki uzun boylu, geniş omuzlu, gür bıyıklı, ateş gözlü yiğide döner "mesela sen" der, "bu işe ne dersin?"

-Bu büyük bir şeref, beni seçtiğiniz için dua ederim. Sultan askerini kenara çeker. Elini dostça omuzuna koyar ve "peki benden istediğin bir şey yok mu" diye sorar. 

Yiğit, başını öne eğer. Sultan "söyle" der. 

-Devletlü Efendim, benim Bursa Karacabey'de, Ulubat gölü kıyılarında yaşıyan bir hatunum, bir oğulcağızım var. Hani diyorum ki Hasan'ım da okusa, devlete millete hayrı dokunsa... 

Asker cümlesini tamamlayamaz, Murad Han "sen gönlünü ferah tut" diye fısıldar, "bundan böyle hanımın kızımdır, sultan kızı gibi kollanacak. Oğlunu Bursa'nın en gözde alimleri okutacak. Var git şimdi, sana görevini anlatsınlar.

Levend'in yüzünde sımsıcak bir tebessüm belirir, "ferman padişahımındır" der, diz kırar. 

Genç askerin adeta kuşları uçar, lâkin sultanın kuşcağız omzuna beş batman yük bırakırlar.

AH O VASIYYET
Beklenen olur, bir kaç hafta sonra ateş gözlü yiğidin ölüm haberini ulaştırırlar. Sultan Murad'ın kolu kanadı kırılır, derhal adamlarını Ulubat'a yollar, yanlarına para ve erzak katar. Gelgelelim kadıncağızın izini nişanesini bulamazlar. Ararlar, tararlar, sorarlar nafile... Vali, kadı, subaşı. Hepsi de "maalesef" der ellerini çaresizlikle iki yana açarlar. Murat Han fevkalade müteesir olur, artık Ulubatlı'yla yatar, Ulubatlı'yla kalkar. Geceleri uykuyu dağıtır, gündüzleri uçan kuştan haber sorar. Bir ömür azap içinde geçer, ölümü yaklaştığında oğlu Mehmed'i (Fatih) çağırır, "vasiyetim olsun, Ulubatlı Hasan'ı bul, ona sahip çık" diye fısıldar, "yoksa baban rahat yatamaz!" Sultan Mehmed arar, sorar ama ne mümkün. Lâkin vasiyyeti unutmaz, hadiseyi zihninin bir köşesine yazar.

KİMDİR BU BRE!
İstanbul kolay bir şehir değildir. Surları güçlü, askeri eğitimlidir. Önde hareketli birlikler, arkada alçak mazgallar, derken yedi metre derinliğinde bir hendek ve devasa surlar. Arada bir boşluk sonra bir daha surlar... Düştüğü yeri yakan Rum ateşi, misket atan toplar, yağ fıkırdayan kazanlar, oklar, taşlar, mızraklar... Kuşatma 50'inci gününü doldururken henüz dişe dokunur bir ilerleme sağlanamaz. O gün savaş yine kızışır. Yorgun ve yaralı askerler geri çekilirken ellerinde iri pala ve küçük kalkanları olan otuz kadar gönüllü surlara atılırlar. Görünüşleri dervişvaridir ancak yeniçerilerden iyi vuruşur, adeta düz duvara tırmanırlar. Göz açıp kapayıncaya kadar bir burcu ele geçirir, Rumları dağıtırlar. İçlerinden biri göstere göstere sancağı dalgalandırır ve adeta temreni taşa çakar. Nazlı hilali gören askerlerin maneviyatı nasıl artar anlatılamaz. Bir tekbir... Bir uğultu... Bir anda surlar sallanmaya başlar. Evet feth görünmeli olmuştur ama üç hilali burçlara çeken yiğidi ok yağmuruna tutarlar. Şimdi ne alâkası varsa babasının vasiyyeti gong olur Fatihin beyninde çınlar. Söz konusu birliğin komutanını çağırıp sorar: "A bre kimdir bu yiğit?" 

- Ona Hasan derler sultanım, kendi halinde sessiz sedasız bir civandır. 
- Neredendir bre? 
- Bursa taraflarındandır. 
- Sakın Ulubatlı olmasın 
- Beli sultanım ama siz onu nerden bilirsiniz?

ŞAHLIK NE Kİ!
Fatih "seni geç buldum Hasanım" diye mırıldanır, "umarım kavuşmak, konuşmak nasip olur." Lâkin olmaz! Derviş Hasan belki otuza yakın isabet alır ve Sultanın gözü önünde şehadet şerbetini yudumlar. 

Fatih'in yüreciği cızz eder, burnunun direği sızlar. Bir yumruk gelip boğazına dayanır, bir ateş bağrını yakar. Ah bir padişah olmasa, şöyle çekilse kuytulara, doya doya hıçkırsa...

Ulubatlı ile birlikte surlara tırmanan dervişlerden 18'i şehid olur, kalanlar canları pahasına sancağı korurlar. Surlar yıkılır, kapılar açılır ama Fatih şehre girmeden Ulubatlı'nın naaşına koşar. 

Mübarek çocuğun ağzından inceden bir kan sızmakta, ortalık gül kokmaktadır. Sultan genç şehidin başını dizine koyar, saçlarını okşarken "ah be Hasan" diye mırıldanır "seni ne kadar aradık bilemezsin. İnşallah baban bizden davacı olmaz." Şehidin yüzünde hayal meyal bir tebessüm belirir, belli ki nimetler içindedir. 

Fatih bu kez gözyaşlarını tutmaz, koyverir yoluna, sarsıla sarsıla ağlar. Neden sonra yanındakilere döner ve "padişahlık da ne ki" diye fısıldar, "şah ona derim ki Ulubatlı gibi ola!"

Başta dedemiz Fatih Sultan Mehmed han Hz.leri olmak üzere şehitlerimizin ve manevi fetih neferlerinin ruhlarına el Fatiha!
OGÜNhaber