İyi, daha iyi, en iyi olmak…

Şimdi biraz "Ne yapmalıyız?" sorusundan çıkıp işin "Nasıl yapmalıyız?" kısmına odaklanalım.

Bunun için "Küresel rekabette neredeyiz?", "hangi alanlarda eksik kalıyoruz?" sorularının iyi bir başlangıç olacağı kanısındayım. Zira zayıf yönlerimizi bilmeden attığımız adımlar bizi hedeflerimizden daha fazla uzaklaştırma riskini taşıyor.

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2017-2018 Küresel Rekabetçilik Endeksine göre 137 ülke içerisinde rekabet edebilirlik anlamında 53. sırada yer alıyoruz.

Bu bir başarı mı? 2012’de 43. sırada olduğumuzu düşünürsek bu soruya "hayır" cevabını verebiliriz.

Aşağıdaki şekilde küresel rekabette dikkate alınan temel göstergeler bakımından mavi çizgi ülkemizi, gri alan ise Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin ortalamasını göstermektedir.

Buna göre pazar büyüklüğü olarak diğer ülkelerin sahip olmadığı bir avantaja sahibiz. Bu, yeterince büyük bir iç talebe ve nüfusa sahip olduğumuzu gösteriyor.

Ancak inovasyon, işgücü piyasası, finansal piyasalara erişim, teknolojik hazırlık ve kurumlar endekslerimizin düşük kaldığı ortada…

Kaynak: World Economic Forum, Küresel Rekabetçilik Raporu 2017-2018

Raporda ülkemiz işgücü piyasasının sorunlu olduğu sıklıkla vurgulanıyor; ki bu know-how gerektiren inovasyon yetersizliği ile de doğrudan ilişkili. Öncelikle, bu alanda birçoğumuzun doğru bildiği yanlışları düzelterek işe başlayalım.

Rekabetçi olmak düşük ücretler ile işgücüne erişim midir?

Küresel rekabetçilik sıralamasındaki en iyi iki ülke olan İsviçre ve ABD’de çalışan ücretleri düşük mü? Veya bu ülkelerde herkes kolaylıkla iş bulabiliyor mu?

Hayır. Demek ki rekabetçi olmak düşük ücretlere sahip olmak değil, tam tersi vatandaşların yüksek ücretlere ve yaşam standartlarına sahip olmasıdır.

Peki rekabetçi olmak tüm bireylerin iş sahibi olması mıdır?

Hayır. Bir kişinin yapabileceği bir işi on kişi yapınca işsizlik oranı düşüyorsa, bu rekabetçi olmak değildir. Rekabetçi olmanın ilk şartı zaten yüksek verimliliktir.

Demek ki işgücündeki problemlerin aşılması, diğer eksikliklerin giderilmesine bağlıdır.

Bir önceki yazıda kümelenmeliyiz ve markalaşmalıyız demiştim.

Nasıl mı yapacağız?

Küme yaklaşımı çok taraflı bir ekosistemi içeriyor dolayısıyla sağlıklı ve sürdürülebilir bir kümede bu sistemin tüm paydaşlarının elini taşın altına koyması gerekiyor.

İlk önce elimizdeki imkân ve kapasitelerimizi tespit etmeliyiz. Küresel pazarda bizi öne çıkaracak ve avantajlı olduğumuz alanlara odaklanmalıyız.

Bunun üzerine ünlü Profesör Michael Porter başarılı bir ekosistemin bileşenlerini şu şekilde tanımlıyor:

Makro düzeyde;

 Hükümetin etkili para-maliye politikaları uygulamaları: devlet harcamalarının gelirleri ile paralel olması, düşük enflasyon ve oynaklık…

 Etkin ve özelleşmiş işgücü arzı yaratılması, işgücü ve eğitimde fırsat eşitliği,

 Etkin kamu kurumları; sağlam mülkiyet hakları, güvenlik, etkin ve adaptif karar alma süreçleri,

Mikro düzeyde;

 Firmaların know-how’a erişimi, stratejik karar alma becerileri, etkin operasyonel süreçler,

 İş dünyasının kalitesi: talebin yeterliliği, finansal kaynaklara erişim, araştırma kuruluşlarının ve üniversitelerinin desteği, devlet teşvikleri, teknolojik destek, uygun altyapı, etkin düzenlemeler, işgücü ve girdilere yeterli erişim,

 Küme paydaşlarının coğrafi olarak bir arada toplanması.


Yukarıdaki süreçler çok karmaşık veya aşılmaz görünebilir. Ancak işin aslı bu değil, ülkemizde bunu yapabilecek altyapıya sahibiz, küresel alanda bizi biz yapan avantajlarımız var, birçok pazara yakınız…

Eksik nedir? Eksiğimiz stratejik düşünmemek, verimlilik yerine ucuzculuk prensibini benimsememiz ve özelleşememizdedir.

Bir taraftan hükümet politikalarının bu ekosistemi desteklemesi, diğer yandan da firmalarımızın bireysel çıkarlarını düşünürken resme büyük pencereden bakabilmesi gerekiyor. Bu nedenle "iyi olanın ayağını kaydırma" zihniyetinden kurtulmak zamanıdır. "İyi olanları desteklemeliyiz" çünkü "iyi"leri eleyince geride kalanlar ile bu ivmeyi yakalayamayacağımız aşikârdır.
OGÜNhaber