TİC Holding Header
  • USD 32.522
  • EUR 34.797
  • Altın 2424.413
  • BIST 100 9716.56
  • Genel

Atatürk'ün bozkurt aşkı

Türk ve Türkçülük düşmanlarının en büyük yalanlarından birisi Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini inkar etmeleridir.
Atatürk'ün bozkurt aşkı
Ozan Koltuk - Yıllardır planlı ve sistemli bir şekilde Atatürk  sosyalist  Kemalizm ise  sol ideoloji şeklinde gösterilmiştir. Şimdilerde ”ulusalcı” diye geçinenler geçmişte bu tezin en büyük savunucularıydı. Ne Atatürk sosyalisttir ne de Kemalizm sol ideolojidir. Atatürk kendi ifadesiyle TÜRK MİLLİYETÇİSİDİR.. Tarihi gerçekler her zaman yalancıların suratına tokat gibi çarpar.

Şanlı Türk tarihinin kutsal simgesi “Bozkurt”
Semboller ve o sembolleri benimseyen milletler arasında bazı karakter benzerlikleri vardır. Sembol ile milletin birbirine en uygun düşeni ise, şüphesiz ki kurt ile Türk’tür. Bozkurt, bugün Türk milliyetçiliğinin sembolüdür.

Atatürk tarafından da ulusal sembol ilan edilmiş ve birçok yerde kullanılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk lirası üzerine Bozkurt resimleri basılmıştır.



Bozkurt Türk Milletinin kültürel değerleri arasında, dini duygu ve dini değerlerden sonra, Türk kudret ve hakimiyetinin sembolü olarak ikinci sırayı işgal eder. 

Günümüzdeki Türkmenistan Devlet Başkanı Sapar Murat Türkmenbaşı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Türkmenistan ziyareti sırasında adalet, kudret ve kalkınmanın sembolü olduğunu söyleyerek altından minyatür bir kurt başı hediye etmiştir.

Kurt yüzyıllar boyunca eski Türkler arasında saygıdeğer bir hayvan oldu.

Özellikle İslam öncesi Türk destanlarında ‘Kurt-Ata’ olarak geçmekte olup, kimi zaman Türklerin anası, kimi zaman babasıdır. 

Destanlar çağımızın Bozkurt’u, Türk’ün hayat ve savaş gücünü temsil eder. O, Oğuz Han’a yol gösteren, gök yeleli, gök tüylü, devlet sembolü kutsal varlıktır. 
Hemen belirtelim ki, bu kurda Türkler tarafından saygı ve sevgi duyulmuş fakat ona asla tapılmamıştır. Günümüzde de Bozkurt tarihi-kültürel bir hatıradan ibarettir.

Bozkurt neden Türklerin simgesidir? 
Çünkü kurt, hayvanlar dünyasının pençesi en sert olan bir hayvandır. Türk ise, insanlık aleminin yiğitlikte en önde bulunan yüce bir candır. 

Kurt hürriyetine düşkün, cesur ve atılgan bir hayvandır. Bu özellikler aynı zamanda Türk Milletinin karakteristik özelliğidir. 

Türk Milleti bu yapısı ile hayat mücadelesinde kurdu anmıştır. Kurdu benimsemiş ve Bozkurt neslinden olduğuna inanmıştır. 

Kurt güçlü bir hayvandır. Bunun için Türk Halkları arasında bir kudret sembolü olmuştur. 

Büyük bahadırların gözleri de kurda benzetiliyordu. En keskin oklar ise, ‘kurt dilinden’dir deniliyordu.  

Türkler için en kutsal mekan elbette ki yaşadıkları vatandır, yurttur. Türklerin hayranlığını kazanan kurt; Gökbörü, Gökkurt, Bozkurt'tur. 

Bütün dünya Türklüğü Bozkurdu sembol görmüş ve ardına gitmiştir. Bozkurt, Türk Milletinin manevi birlik ve dayanışmasını temsil etmiştir. 

Göktürkleri Ergenekon’dan çıkaran Bozkurt bir tanedir. Bu hükümdarın adı Bozkurt manasına gelen Börteçine’dir. 



Göktürkler Ergenekon’dan çıkışı bayram olarak kutlarlar. Türk Kurultayda örse çekiç vurarak ateş üzerinden atlarlar.

Düşmanlar kurt gördükleri zaman oradan kaçar. Uygurların Türeyiş Destanı’nda da kurt geçer.

Gafillerin Yahudisi’nin Bozkurt aşkı
Çok önceleri Atatürk dönemlerinde kurulan Türk Ocaklarının, Milli Türk Talebe Birliğinin sembolleri Bozkurt’tu. Fakat, Türk halkı tarafından pek bilinmese de resmi olarak Bozkurt’un ilk kullanımı Mustafa Kemal Atatürk'e aittir. TBMM hükümetinin 23 Ocak 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle bastırdığı ilk pulda Bozkurt resmi vardı.



 Ayrıca Türk Ocaklarının Maarif Vekaleti, bugünkü adıyla Milli Eğitim Bakanlığıı’nın girişine konulan Ergenekon’dan çıkış tablosu, üzerinde Bozkurt resmi bulunan paralar ve diğer posta pulları, Bozkurt marka sigara ve Bozkurt adını taşıyan yolcu gemisi Atatürk’ün atalarına bağlılığını, Bozkurt sevgisini gösteriyordu.



İstanbul Darülfünun, bugünkü adıyla İstanbul Üniversitesi meşale tutan Bozkurt amblemi aynı zamanda yayın organı olan derginin kapağı.



Atatürk’ün 1928 yılında Türk Ocağı Genel Merkezi binası olarak yaptırdığı Cumhuriyet döneminin en güzel mimarilerinden olan ve günümüzde, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet veren binanın üst katına çıkan merdivenlerin başına Atatürk’ün isteği üzerine ünlü ressamlarımızdan İbrahim Çallı’nın Türkler’in Ergenekon’dan çıkışını, canlandıran “Ergenekon I” adlı tablosu asılmıştır.

2 Ağustos 1926 gecesi Türkiye'nin ''Bozkurt'' adlı yolcu gemisi, Fransız ''Lotus'' gemisi ile Ege Denizi'nde çarpışır. Bozkurt gemisi batar ve 8 Türk denizcisi boğularak ölür. Ertesi gün, İstanbul'a gelen Lotus gemisinin kaptanı tutuklanır ve Türk mahkemelerince 80 gün hapis cezasına çarptırılır. Lotus gemisinin kaptanının karşı çıkışları sonucu dava, Lahey Sürekli Adalet Divanı'na intikal eder. Lahey Sürekli Adalet Divanı, 7 Eylül 1927'de, Türkiye'nin hukuka aykırı davranmadığına karar verir. Bu kararla birlikte ''Geminin adı ve Türk milletinin milli simgesi, Türk özgürlük ve bağımsızlığının timsali olmasından ötürü'', Türk heyetine, Atatürk'e verilmek üzere tunçtan bir Bozkurt heykeli armağan edilir. Bu davadan dolayı, dönemin adalet bakanı Mahmut Esat'a, Atatürk tarafından Bozkurt soyadı verilmiştir.



Adı geçen Bozkurt heykeli 1968 yılına değin Anıtkabir'de sergilenmiş, 1968'de Samsun'da Gazi Müzesi'nin açılmasıyla Atatürk'ün birçok özel eşyası ile birlikte Samsun'a yollanmıştır. Bu Bozkurt heykeli 1978 yılına dek Samsun Müzesi'nde sergilenmiş, fakat müzenin deposuna konulmuştur.

Konu hakkında araştırmalar yapan Türkiye Gazetesi muhabiri rahmetli Kemal Çapraz, heykelin izini sürer ve Samsun'daki Gazi Müzesi'nde bulunduğunu öğrenir. Müze müdürü Mustafa Akkaya'dan bilgi almak ister. Müdür böyle bir heykelin bulunmadığını söyler. Kemal Çapraz, bozkurt heykelinin müzenin deposunda olduğunda ısrar eder ve nihayet heykel depoda bulunup gün ışığına çıkarılır. Fakat müdür bey, akmazsa damlar misali yine zorluk çıkarmak ister ve heykelin fotoğraflarının çekilmesine izin vermez. Lakin acar gazeteci Kemal Çapraz bakanlıktan aldığı yazılı izinle heykelin fotoğraflarını çeker.



Zübeyde Hanım’ın soyu
Zübeyde Hanım'ın soyu Yörük'tür. Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği'nin yıkılmasından sonra, Balkanlar'da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Konya bölgesinden geldikleri için bu aileler, "Konyarlar" ismi ile resmi kayıtlara geçti ve böyle anıldı.

Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım, annesi Zübeyde Hanım’ın soyunu tasdikler şekilde şunları söylüyor;
"Annemden sık sık şunları dinlemişimdir. Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz" ve ailenin bir kısmının Konya’ya geri döndüğünü ilave ederek "Dedem Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya'ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak" diyor.

Lord Kinross “Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabında Atatürk hakkında edindiği bilgileri şöyle aktarıyor; " Ailesi Selânik'in batısında, Arnavutluk'a doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası, Türklerin Makedonya ve Teselya'yı almalarından sonra Anadolu'nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi.

Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi. Annesinin üzerindeki etkisi büyük oldu.

Mustafa bu etkıye zaman zaman saygıyla, zaman zaman da başkaldırarak karşılık verdi. Bir halk kadını olan ve bundan başka türlü görünmek de istemeyen Zübeyde Hanım güçlü bir iradeye ve sağlam bir köylü güzelliğine sahipti. Doğuştan akıllı bir kadındı, yalnız yeteri kadar eğitim görmemiş, okuma yazması ancak öğrenebilmişti. "

Ali Rıza Efendi’nin soyu
Sultan Murat Hüdavendigar zamanında başlamak üzere, Rumeli ve Balkanlar'ı Türkleştirmek için soyu temiz Türk ailelerinden oluşan özel güçlerin bu bölgeye gönderildikleri bilinen bir gerçektir.

Bu göçlerin büyük bölümünü Yörük Türkmen boylarından gönderilen aileler oluşturur. Bu boylar Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya yöresine yerleşmiş bulunan isimleri, tek tek yazılı bulunmaktadır. 950 tarih ve 82 numaralı yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu'dan Rumeli'ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunur.

Mustafa Kemal'in baba soyu, Aydın/Söke'den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen, Kocacık Yörükleri’ndendir.

Ali Rıza Efendi, Manastır'ın Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelmiştir. Aile sonradan Selanik'e göçmüştür. Babası İlkokul öğretmeni Kızıl Hafız Ahmet Efendi'dir. Amcası, Kızıl Hafız Mehmet Efendi'dir. Taşıdıkları "Kızıl" lakabı ve yerleştikleri yere "Kocacık" denmesi; Ali Rıza Efendi'nin soyunun, Anadolu'nun da Türkleşmesinde katkısı olan " Kızıl-Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri-Türkmenleri"nden geldiğini gösterir. Belgeler ile ortaya konulduğu üzere Atatürk'ün dedeleri; Anadolu'dan Rumeli'ye gidip, Yunanistan'da Manastır Vilayeti'nin derebeyi Bala sancağına bağlı bulunan Kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerdendir. Kocacık Nahiyesinin tamamen Türk'tür. Atatürk Kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Efendi'nin torunudur. Fetihnamelerde, buralardaki Konya Türklerine hudut gazileri ünvanı verildiği yazılmaktadır.

Bu Türklere, Yörülen Türkmenlerden denilmekteydi. Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım’ın annesinin adı Ayşe, Babasınınki de Fatih Sultan Mehmet’in Konya Karaman Bölgesinden Rumeli’ye göndererek iskan ettirdiği Yörük ailesinden gelen Sofizade Feyzullah Efendi’dir.

Öte yandan Osmanlı'da "efendi" şehzadeler ve din adamları, yüksek bürokrat , eğitimli çevresinde sözü geçen kişiler ve köle sahipleri için kullanılan bir unvan idi.

“Ben her şeyden evvel bir Türk Milliyetçisiyim”
Atatürk Komünist de olamaz. Çünkü kendisinin de tabir ettiği gibi Atatürk Türkçüdür, Türk Milliyetçisidir;
Atatürk doğrudan doğruya bir Türk milliyetçisi idi ve salt vatanseverlik olarak algılanmayacak kadar derin ülkülerin sahibi bir liderdi. Dünyadaki sürüp giden mücadeleyi salt bir sınıf mücadelesi olarak gören komünizm fikri ile milliyetçilik fikri birbirleriyle çatışan fikirlerdir;

"Türk aleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir."
"Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek."   

"Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur." 

Atatürk’ün Türklük Hakkındaki sözleri
”Türk milletinin milliyetçilik vasfını uyandırmalı, O’na TÜRKÇÜLÜK imanını aşılamalıyız!”

(Muvaffak İhsan Garan, Milletlerin Sevgilisi Atatürk, s.51)

“Biz doğrudan doğruya millet severiz ve TÜRK MİLLİYETÇİSİYİZ. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”

(Atatürk’ün S.D.V.Cilt. III. s.118)

“Ben herşeyden önce bir TÜRK MİLLİYETÇİSİYİM. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. TÜRK BİRLİĞİNE İNANIYORUM, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.”

(Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, 1975, s. 138-143)

”Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. TÜRK BİRLİĞİNE İNANIYORUM, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır.” 

(Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, 1975, s. 138-143)

”Al bayraktan gök bayrağa selam olsun.”

(Doğu Türkistan’a çektiği telgraftan)

“Kıbrıs’ta Türk dili sönmemelidir. Kıbrıs’ta Türk’ün sesi sönmesin. Kıbrıs Türk basınına maddî yardım yapınız…”

(Dr.E.Tuğg. Erdal Yurdakul, Atatürk İnkilaplarının Kıbrıs’ta Uygulanması, s7 ve 61)

‘Azerî Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz gibi olduğu için onların dileklerine ulaşmaları, özgür ve bağımsız olarak yaşamaları bizi çok sevindirir.”

(Hâkimiyet-i Milliye: 15.10.1921)

30 Ağustos 1922 tarihli Fransız Le Figaro gazetesinde ise Atatürk’ün şu ifadelerine vurgu yapılıyor: “Avrupa’da, İstanbul ve Meriç’e kadar Batı Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın kuzeyi. Arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri isteriz. Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 3, s.67-68)

Lozan Antlaşmasından 9 yıl sonra 1933 yılında Atatürk’le General Mac Artur görüşmesi esnasında Atatürk tarafından söylenen söz: ”Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım.”

(Türk Silahlı Kuvvetler Dergisi, Temmuz 1992 sayı:333 sayfa 26)

‘Gençliği kesinlikle ÜLKÜCÜ ve memleketle ilgili olarak yetiştirmek, hepimizin, her devlet adamının başta gelen görevidir.” 

(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s.62)

”Gençliğin çalışkan, duyarlı ve MİLLİYETÇİ yetişmesi esas dileklerimizdendir.”

(Cumhuriyet gazetesi, 28. 4. 1933)

”İlk defa Manastır Askerî Lisesi’nde öğrenci iken okuduğum Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısrasıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımını bulmuştum.’’

(Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009)

“Atatürk’ün Samsun’a hareketinden biraz önce arkadaşlarından biri: “İngilizlerin bindiğiniz gemiyi takip etmek, hatta batırmak ihtimalleri vardır” demişti. Mustafa Kemal: “Burada esir gibi yaşamaktansa Karadeniz’de batmayı tercih ederim” cevabını verdi.

Sonra yanındakilere Dolmabahçe önünde demirli düşman gemilerini göstererek şunları söyledi:
“Bunlar işte böyle: Dayandıkları şey yalnız demir, çelik ve silah kuvveti… Bildikleri şey yalnız madde… Bunlar hürriyet uğruna ölmeğe karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya silah ve cephane değil, ülkü ve iman götürüyoruz.”

(Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, s. 54-58)

’Efendiler, bu vesile ile muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; SİNESİNDE YETİŞTİREREK BAŞININ ÜSTÜNE KADAR ÇIKARACAĞI ADAMLARIN KANINDAKİ ve VİCDANINDAKİ CEVHERİ ASLİYİ, çok iyi tahlil etmek dikkatinden, bir an bile feragat etmesin.’’

(Nutuk, II, 8. bs., İstanbul 1968, s. 607)

‘’Kanını taşıyandan başkasına inanma’’

(Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk’ün İhtilali, s.373)

‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’’

(Gençliğe Hitabe)

“Millî mevcudiyetimize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı…’Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!’ diyelim”

(Faik Reşit Unat’ın “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” Türk Dili Dergisi, Sayı 146, 1963 makalesinden aktaran Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ank., 1984, s.171-173)

TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR; İşte Milliyetçilerin prensibi budur!”

(Atatürk’ün S.D.V, cilt 3, s.38)

TÜRKİYE’DE TÜRK’TEN BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNMEMEK! Ancak bu davranışladır ki her türlü esenlik ve mutluluk ereklerine ulaşabiliriz.”

(Behçet Kemal Çağlar, Atatürk’ün Söylevleri, TDK s,137)

‘’Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.’’

(Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, s. 130)

“Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım’dır”

(Egeli, Münir Hayri, s.699)

”Benim hayatta yegane fahrim (onurum), servetim, Türklükten başka bir şey değildir.”

(Bozkurt, Mahmut Esat; Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İst., 1955, s.95)

”Yüksek Türk, senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.”

(Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK., Atatürk Araştırma Merkezi, Cilt IV, s.652)

“Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.”

(Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1969, s. 95)

Türk kimdir?
”Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela, korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

(Hilmi Yücebaş, Atatürk’ün Nükteleri, Fıkraları, Hatıraları s4, 1963) (Vecize, Millet Dergisi, Sayı : 16, 1948, s., 10-11 ve Türk Kültürü, 1969, s:85, Fethi TEVETOĞLU “Atatürk’ün Türk’ü ve Türkiye Cumhuriyetinin Tarifi” isimli makalesinde yer almaktadır. Ayrıca adı geçen vecizenin Atatürk’ün el yazısı ile bizzat yazdığı orijinal metninin tarihçi Cemal KUTAY’ın özel arşivinde bulunduğu belirtilmektedir.)

”Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve geniş uygarlıklara da sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.’’

(Afet İnan, Atatürk hakkında Hatıralar ve Belgeler, 1968, s. 311 TTK. Yay. Ankara, 1959, s. 297)

”Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan, bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, arî, medeni, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.”

(Atatürk’ün S.D.V, cilt 2, s.308)

“Türkiye’de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü, Türk Hükümeti’nin ilk gayesi halka hürriyet ve saadet verme, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.”

(A.g.e., c. 3, 2. Baskı, s. 99)

”Bir de şunu iyi bilmek gerekir ki, eski Etilerimiz, atalarımız, bugünkü yurdumuzun ilk ve otokton yerleşenleri ve sahibi olmuşlardır. Burasını binlerce yıl önce anayurdun yerine öz yurt yapmışlardır. Türklüğün merkezini Altaylardan Anadolu – Trakya’ya getirmişlerdir. Türk Cumhuriyeti’nin sarsılmaz temelleri bu öz yurdun çökmez kayalarındadır. Bu kutsal yurdun öz mirasçısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz koruyucusu o büyük, yüksek, soylu Türk kavminin bugünkü genç ve dinç çocuklarıdır, biziz.”

(Hâkimiyet-i Milliye, 2.01.1933)

”Moskova’da oynanan oyun ise bir başka türlüdür. Stalin yalnız kendi gençliğine değil, dünya gençliğine komünistlik ideolojisini aşılamaya çalışıyor. Komünistlik propagandasının, fukarası ve cahili çok ülkelerde ne kolay taraftar topladığı ise ortada bir gerçektir.”

(Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Sabiha Gökçen, s.155)

“Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir fikrin yerleşmesine müsait değildir. Türkiye’de ne büyük kapitalistler, ne de milyonlarca zanaatkar ve işçi vardır. Diğer taraftan zirai bir problemimiz yoktur. Son olarak, sosyal bakımdan dini prensiplerimiz bolşevizmi benimsemekten bizi uzak tutmaktadır.”

(Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV., 1917-1938, Ankara, 1964, s.78)

Anadolu’ya geçişini bildiren şair Mehmet Emin Yurdakul’a Atatürk’ün çektiği telgraf:

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ilâhî müjdecisi olan şiirleriniz, bugünkü mücadelemizin kahramanlık ruhuna doğuş ufku olmuştur. Gelişinizden duyduğum memnuniyeti ifade ile sizi milletimizin mübarek babası olarak selâmlarım.”

(Cevat Yaltıraklı, Vatan Şairi Namık Kemal, Millî Şair Mehmet Emin, 1960, s.ll)

II. İnönü Zaferi üzerine Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem’in tebrik telgrafına 10.4.1921’de Atatürk’ün verdiği cevap:
”Anadolunun ruhu, bütün direnme gürlüğünü tarihindeki büyüklerden almıştır. Bize bu kutsal gürlüğü yayan ata ruhları arasında saygıdeğer babanızın pek büyük yeri vardır. Yaralı vatanın kurtuluş ve bağımsızlığı için ölmek yolunda bugünkü kuşağa özveriyi öğreten büyük Kemal hakkında saygıların tekrarına vesile olan telgrafınıza özel teşekkürlerimi sunarım efendim.”

1921 (Cevat Yaltıraklı, Vatan Şairi Namık Kemal, Millî Şair Mehmet Emin, 1960, s.II)

Ziya Gökalp’in hastalığı üzerine, kendisine Atatürk’ün 21.10.1924’de gönderdiği telgraf:
”Rahatsızlığınızdan çok üzüntü ile haberim oldu. Sıhhat ve sağlığınız haberi memleketçe beklenilmektedir. Hızla iyileşmeniz için Avrupa’da tedavinize gereksinim varsa gereken her şeyin yapılmasını üzerime alıyorum. Sağlığınız ve tedavi durumunuz hakkında haber vermenizi bekler, sevgi dolu selâmlarımı ifade ederim.” 1924

(Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Malta Mektupları, 1931, s.181)

Ziya Gökalp’in ölümü üzerine, eşine Atatürk’ün gönderdiği telgraf:
”Saygıdeğer eşiniz Ziya Gökalp Bey’in bütün Türk âlemi için pek acı bir kayıp oluşturan ebediyen kayboluşu nedeniyle başsağlığı dileyen duygularımı ve Türk milletinin içten kalbî üzüntülerini temiz kişiliğinize sunar, Türk milleti ve hükümetinin büyük düşünürün ailesi hakkındaki sevgi ve ilgi dolu duygularını sunarım efendim.” 1924

(Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Malta Mektupları, 1931, s. 185)

Milletimiz, ufak bir aşiretten anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka batı âlemine, düşman içine girdi ve orada çok büyük güçlükler içinde bir imparatorluk kurdu. Ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri tam bir hayranlık ve büyüklükle devam ettirdi. Bunu başaran bir millet, elbette yüksek siyasî ve idarî niteliklere sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle olamazdı. Dünyaca bilinmektedir ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu olağanüstü hızla ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de yıllarca iyi besler ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu kuruluşunun değil, bütün devlet kuruluşlarının olağanüstü üstünlüğünü ve kendilerinin yetenekli olduğunu gösterir.

(Nutuk III, s. 1182-1183)

Asya Türk Hun İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi Çin’de imparatorluk kuruluş tarihi ile başlar. Çin’in, M.E 13. yüzyıla ait belgeleri bunu böyle kaydeder. Ancak, bu Mete Türk imparatorluğunun bizce malum olabilen imparatoru Teoman’dır. Teoman, M.E. 13. yüzyıl başında yaşamış büyük bir kahramandır. Çinliler, bu kahramanın Çin’de imparatorluk kurmuş olan büyük Türk komutanlarının neslinden geldiğini iddia ederler. Teoman’ın oğlu Türk İmparatoru Mete de meşhurdur. O, doğuda Kadırgan dağlarından batıda Hazer denizine kadar, kuzeyde Sibirya’dan güneyde Himalaya eteklerine kadar geniş sınırlar içinde büyük Türk İmparatorluğu’nu kurmuş yüksek bir Türk hakanıdır. Mete, Çin İmparatoru ordularını büyük meydan savaşlarında mağlup etmiş, Çin İmparatoru’nu sığındığı kalede kuşatmış, ancak karısının bağışlanması için aracı olmasıyla fakat kendisine vergi vererek, bağlılığını da kabul edip serbest bırakmış bir Türk imparatorudur. Bence Mete çok büyüktür. Bütün Türk tarihinde Oğuz efsanesinin dayandırılacağı adam odur. Fakat düşünülürse Teoman, elbetteki ondan da büyüktür. Çünkü her şeyi hazırlayan odur. İskender, “Büyük” sıfatı ile anılırdı. Fakat gerçekte ondan büyük olan Filip’tir. Çünkü İskender’in başarısı için gereken siyasî ve askerî vasıtaları hazırlayan odur. Eyüpoğullarından Selâhattin, Haçlılardan Kudüs’ü kurtarmış olmakla tanınmış büyük bir Türk’tür. Fakat ondan daha büyük olan bizzat Selâhattin’i ve onun başarılı ordularını ve vasıtalarını hazırladıktan sonra ölen büyük Türk Nurettin’dir. İnsanlık tarihinde silinmez satırlarla varlığını yazdırmış olan odur.

(Kâzım Özalp, Özalp, Atatürk’ü Anlatıyor, Milliyet gazetesi, 22X1.1969)

”Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”

(Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 23; Atatürk’ün S.D.II; s. 126)

30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Atatürk’e telgrafı:
”30 Ağustos zaferini, cumhurluğun çelik ordusuna örnek olarak yaratan ULU BAŞBUĞ’a, ordu adına kutlar ve candan saygılar sunarım.”

(Ulus Gazetesi, 31 Ağustos 1935, s.5)


Atatürk’ün Türk milliyetçiliği ile ilgili anılar

GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN TÜRK OCAKLARI İLE İLGİLİ ÖNEMLİ BİR BEYANATI
23 Nisan 1925 tarihli Türk Ocakları 2. Kurultayına katılan Türk Ocakları murahhaslarını (delegelerini) kabulü sırasında Gazi Mustafa Kemal’in vaki beyanatları, İzmir’de yayınlanan “Yanık Yurt” gazetesinin 28 Nisan 1925 tarih ve 96. sayısında şöyle yayınlanmıştır:

Gazi Paşa Hazretleri Murahhasları Kabul Buyurdular

TÜRK VE TÜRKÇÜLÜK DÜŞMANLARINI EZECEĞİZ
Dün Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri Türk Ocakları Umumî Kongresine iştirak eden murahhasları Çankaya’da huzurlarına kabul buyurarak hepsiyle ayrı ayrı konuşmuşlardır.

Gazi Paşa murahhaslara vaki beyanlarında “Şark, Türk Ocaklarına istinat etmemenin cezasını çekti. İstinatgâhımız Türk Ocakları ve milliyetperverlerdir. Türk ve Türkçülük aleyhinde bulunanları ezeceğiz!” demişlerdir.

(Not: Aziz Atatürk demecinde Doğu ve Güneydoğudaki Kürt isyanlardan bahsetmektedir; “istinat”, “dayanmak, temel edinmek” demektir.)

’Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli siyaset, TÜRKÇÜLÜK siyasetidir.’’

(Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, s:233 – Prof. Dr. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, s:43)

Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün BAŞBUĞ ATATÜRK’e Türkiyat Enstitüsü’nün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğunda BAŞBUĞ ATATÜRK şu cevabı vermiştir:

“Karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale tutan bir BOZKURT olsun, bu meşale genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilminin ifadesi olsun. Ergenekon’dan çıkmamızda kılavuz olan BOZKURT, TÜRK’lüğün Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin.”

(Millî Kütüphane Arşivlerinden, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Atatürk ve Türk Dili Tebliği, s.11)

ATATÜRK’ÜN İSTEĞİ İLE ÜNLÜ RESSAM İBRAHİM ÇALLI TARAFINDAN YAPILAN ERGENEKON BİR ADLI TABLO
Atatürk’ün 1928 yılında Türk Ocağı Genel Merkezi binası olarak yaptırdığı Cumhuriyet döneminin en güzel mimarîlerinden olan, günümüzde, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet veren binanın üst katına çıkan merdivenlerin başına Atatürk’ün isteği üzerine ünlü ressamlarımızdan İbrahim Çallı’nın Türkler’in Ergenekon’dan çıkışını, canlandıran “Ergenekon I” adlı tablosu asılmıştır.

Atatürk’ün arzusu ile ünlü Türk ressamlarından İbrahim çallı tarafından yapılan Ergenekon I adlı tablonun devamı olan, Ergenekon II adlı eserde, Türk milletinin en zor, en kara günlerinden birinde bir “Bozkurt” çıkıp, Türk milletine aydınlık nurlu bir yolu gösteriyor…

Yukarıdaki her iki tablo Eski Türk Ocağı Genel Merkezi, günümüzde ise Ankara Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanılan binada sergilenmektedir.

TÜRK OCAĞI GENEL MERKEZİ’NİN GÖSTERİ SALONUNUN SAHNESİNİN ÜSTÜNDEKİ BOZKURT BAŞI
“Bozkurt bazalt kayalıklar arasından koşuyor: Bu, Türkiye posta pulundaki resimdir. Bozkurt yeni Türkiye’nin sembolüdür.”

(L. Nikulin, T.C. İçişleri Bakanlığı, Matbuat Genel Müdürlüğü Yayını, Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 112, 1938)

“Milli Lejandlardaki Bozkurt gibi müstakil ve öz bir varlık olabilmek için Musafa Kemal, 1920 senesinde Ankara’yı Hükümet merkezi ittihaz ve ilan etti.”

(M. Svetovski, T.C. İçişleri Bakanlığı, Matbuat Genel Müdürlüğü Yayını, Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 107, 1938)

1935 Yılı 30 Ağustos Zafer Bayramı Törenlerinde En Genç Subay Nuri Cuylan’ın Tören Konuşmasından:
”Eylül 1922: 1338 sabahı Türk Ordusunun Başbuğ'u Ordularına (Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!) buyruğunu verdi. Bu buyrukta sade Akdeniz değil, Türk Medeniyetinin yaşamış olduğu yerlere varın anlamı vardır. Erginliğe susamış olan ordu; Başbuğ’unun bu buyruğunu 9 günde yerine getirdi. Ve yine onun buyruğu ile durdu. 30 Ağustos Türk kin ve intikamının taşıdığı gündür Yaşasın Türk Ulusu; O’nun Başbuğ ve Ordusu. Yaşasın Cumhuriyet.”

(Ulus Gazetesi, 31 Ağustos 1935, s.5)

Atatürk’ün Vefatından Sonra Gazetelerde Atılan Manşetler:
”O, fıtratın Başkumandan olmak için yarattığı dahi bir şefti; bütün askerlik hayatında, hiç yenilmez ve daima muzaffer bir Başbuğ olmuştur!”

(11 Kasım 1938 Cumhuriyet Gazetesi)

“Atatürk Başkumdan: Başbuğlar Yetiştirilmezler, Onlar Başbuğ Hasletleriyle Doğrlar. En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk Tarihinin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü. Halk En Büyük Türk Kahramanını; Ordu, en büyük Türk Başbuğunu Tarih, En Büyük Türk’ü ve Asrımız En Büyük İnsanını kaybetti.”

(10 Kasım 1938 Ulus Gazetesi)



Videoda 1.42 – 1.47 arasına dikkat. Atatürk hayattayken kendisine Başbuğ diye hitap ediliyordu.

Milli Mücadele’nin en zor ve sıkıntılı günlerinde dahi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gündemlerinden çıkaramadıkları Nahçıvan sorunu, Moskova’ya gidecek heyetinde üzerinde en çok durduğu başlıklardan biri olmuştur. Bu dönemi en iyi, dönemin şekillenmesinde etkin olan o günkü Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’in bir sohbet esnasında Faruk Sümer’e konuyla alakalı anlattıklarını dile getirecektir.

Yusuf Kemal Tengirşek: Ruslar ile bir antlaşma yapmak için harekatımızdan bir gün önce (13 Aralık 1922) Mustafa Kemal Paşa ile veda görüşmesi yaparken: Paşam! Ruslar Nahçıvan üzerinde ısrar ederlerse ne yapalım? Diye sordum. Paşa: “Nahçıvan Türk Kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız.” Diye buyurdu.

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Nahçıvanı sınırların dışında alelade bir toprak parçası değil de, fikrinde gelecek zamana yönelik bina ettiği Türk Dünyasının da kapısı olarak nitelendirmektedir. Mustafa Kemal’in aklındaki Türk Kapısı olarak Nahçıvan’ı belirttiğine göre, şüphesiz ki Anadolu’dan bir basamakla açılan bu kapı, Kafkaslar ve Orta Asya’da mevcut bulunan büyük Türk Dünyası’nın kapısıydı.

(Faruk Sümer, (1992)“Mustafa Kemal Paşa: Nahçıvan Türk Kapısıdır”, Türk Dünyası Tarih Dergisi:5,6)

İstanbul milletvekili ve Profesör Türkgeldi’nin Türk Ocağında verdiği Konferanstan:

Gazi Mustafa Kemal Paşa; “Tarihte görülmüş birliklerin en üstününü” kurmak amacındaydı! Bu fikri, vicdanında bir sır gibi saklıyor, bütün hareketlerini o noktayı hedefleyerek gerçekleştirmeye çalışıyordu. Ama her şeyin bir zamanı vardı.

1923 yılı Mustafa Kemal Paşa’nın en yoğun yılı idi. Zafer kazanılmış ama barış kurulamamıştı. Lozan görüşmeleri kesilmişti. TBMM’de milletvekilleri, zaferle adeta sarhoşlaşmışlar; olmayacak şeyler istemeye başlamışlardı. Lozan’da bir sıkışma olur olmaz:”Gidip Selanik’i alıverelim, akılları başlarına gelsin” gibi mantıksız fikirler ileri sürüyorlardı. TBMM ikiye bölünmüştü. Kendilerine ikinci grup adını verenler, tutucu bir politika izliyorlar; kuşku içinde yaşıyorlar; her öneride kendileri aleyhinde bir muzırlık aradıkları için,işleri uzatıyorlardı. Vb. Vb. Mustafa Kemal Paşa yeni bir toplum yaratmak humması içindeydi. “Büyük Türk Devletleri Birliği” idealini de askıya almamamıştı. Bu idealine ulaşan yolların üzerindeki İran ve Afganistan şahlarına sıcak mesajlar gönderiyor; Türkiye’nin o yokluk günlerinde İran’a:uçak hediye ediyor; Afganistan şahına, yalnız “Selam-ı şahanelerini” göndermekle kalmıyor, en değerli doktor, mühendis ve askerlerini gönderiyor; Afganistan’a bürokrat temel hazırlıyordu. Çünkü bu iki devlet,-yalnızca Türkiye’nin komşuları değil- Türkistan yolu üzerine kurulmuş iki muazaam köprü idiler… Bu iki köprü devlete o kadar önem veriyordu ki, Tahran ve Kabil elçiliklerine; insanlarla dostluk kurmada en yüksek mertebeye erişmiş şair Yahya Kemal Beyatlı’yı Tahran’a; Memduh Şevket Esendal’ı kabile göndermiştir.

İMKANLARI YARATAN ADAM
Mustafa Kemal Paşa, “imkanlarını kullanan” değil “imkanlarını yaratan” yapıda bir devlet adamı idi. Nitekim, Türkiye’nin Kuvay-i Milliye ordusunu bu cevheri ile yaratmış ve kullanmıştır. Yedi ay boyunca bütün yetkilerini şahsında toplayarak bir “Savaş vergisi” çıkarmış, insan varlıklarının üçte birini, halktan toplamış ve yarım yırtık bir düzenleme ile düşmana son darbeyi vurmuştur! Düşman Artık denize dökülmüş, Vatan kurtulmuştu ama ülke de yanmış yıkılmıştı; insan tükenmişti! 1919 1920 1921 1922 yıllarında bütçeleri bile yoktu.1923 yılında yapılan bütçenin dış alımı 145 milyon lira, dış satımı 65 milyon liraydı. Vatandaştan alınan vergi ile birlikte bütçe yüzde 40 açık veriyordu. Enflasyon: yüzde 250 idi. İşte böyle imkansız bütçeden 1924 yılında 200.000 lira tahsisat ayrılmış ve Türkiyat Enstitüsü kurulmuştu! (200.000 lira, 200.000 altın’ın karşılığıdır).Mustafa Kemal paşa, yok canından, işte bu koşullar içinde “Büyük Türk Devletleri Birliği” hayali uğruna bu ölçüde fedakarlık yapmayı göze alabiliyordu! “Ülkede toplu iğne yok, bu hovardalık de ne?” diye düşünenler olmuştur! Yalnız düşünenler değil, mırıldananlar, hatta yüksek sesle konuşan ve yazanlarda. Fakat Mustafa Kemal Paşa, bütün bu eleştirileri duymazdan geldi, böyle konuşanların haklı olduklarını da söyleyerek hedefine yürümeyi sürdürdü. Türkistan ve çevresinde ki Türk kaynaklı toplumların hareketlerini sürekli izledi ve paralel çalışmalar yaptı. Selanik günlerinden beri vicdanında bir sır gibi sakladığı bu düşünce artık gerçekleşme yoluna girmeliydi. Ancak, tehlikeli bir fikirdi bu! Çünkü komşumuz Sovyet Rusya, kendi yönetimindeki bu ülkeler için Türkiye cumhuriyeti’nin başka emeller beslediğini duyacak olursa; 12 yıl süren bir savaş zincirinden yeni çıkmış Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir tehlike oluşacaktı! Gazi Mustafa Kemal Paşa “Sessiz ve derinden” gitmeliydi. Onun için Türkiyat enstitüsü yolunu seçmişti. Bizim bilim adamlarımız Asya’daki Türk toplulukları arasına girecek, araştırmalar yapacak; dil, tarih, etnografya çalışmaları sırasında ortak ilişkiler kuracak ve geliştirecek; bu ilişkilerin sıcaklığından Türkiye -hem barışta, hem savaşta- yararlanacaktı! Üstelik hiçbir imparatorluk sürgit değildi. Osmanlı, Avustuya-Macaristan İmparatorlukları gibi, Sovyetler Birliği de bir gün parçalanabilir; ya da bu toplumları elinde tutamaz hale gelebilirdi! O zaman, bu topluluklar, sıcak bir birleşim çevresi bulabilmeliydiler.

KÖPRÜLÜ:”İNANAMADIM DİYOR”
İşte bunun için, o fikir ve açık veren Türkiye Cumhuriyeti 1924 bütçesinden 200.000 lira gibi önemli bir miktarı “Türkiya Cumhuriyetler Birliği” ideali için kullanıyorlar ve Profesör Fuat Köprülü’ye “Türkiyat Enstitüsünü” kurduruyordu. Prof..Fuat Köprülü, daha sonra o günleri şöyle anlatacaktı:”Beni görevlendirirken, heyecanlıydı, diyebilirim; çocuğunu okula emanet eden sevecen bir babaya benziyordu! -Size önem verdiğim bir görevi veriyorum. Bilgili ve özellikle zeki arkadaşlarınızı toplayın! Onlara görev verin ; oralara gitsinler, oradaki insanlarla dostluk kursunlar ve toplumlar arasındaki benzerlikleri, kültür ve tarih beraberliğimizi hatırlatarak canlandırsınlar! Siz onları memleketimize davet edin. Cumhuriyetimizi yakından görüp tanısınlar. Oralarda gereken araştırmaları yapın, bilime hizmet edin! Ortak bir tarihten geliyoruz, birbirimizi tanımakta yarar var!..Hadi göreyim sizi!.. Şevkle çalışmaya başladık. Bir süre sonra Atatürk’ü kaybedince, bu çalışmalar itibarını kaybetti; hatta engellendi denilebilir.

Atatürk’ün Dış Türklere Verdiği Önem
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını bugünden kimse kestiremez.Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. işte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır ? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış Türklerin) bize yakınlaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.”

İstiklal Harbi’nin yeni başladığı günlerde Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi imzasıyla ve kendi el yazısıyla Orta Asya’daki Türkler ile Türkiye’nin irtibatının sağlanması için Fevzi Paşa’ya bir talimat yazdı. Afganistan merkez kabul edilmek üzere gönderilecek bir heyetle Türklerin yaşadığı ülkelerde eğitim yapılmasını, asker yetiştirilerek bir ordu kurulmasını istiyordu. “Müdafaa ve maliyemiz icabatı ile kabil-i telif olduğu takdirde, Afgan ordusunu tensik için bir heyeti zabıtanın (askerî heyet) izamını ehem ve elzem görmekteyim. Cemal Paşa’nın merbut mektubunda zikredildiği veçhile, bunun istikbalde Anadolu üzerine çöken bar-i sekili tahfife yarayacağı gibi (yükü hafifletmeye), nukuat-ı atiyeye (gelecekte de) riayet edildiği takdirde Asya-i Vusta’da (Orta Asya’da) emrimize amade kuvvetli bir orduya malik olmamız hususu temin edilmiş olur. Böylece savaşın sürmesi halinde İngilizleri daha uzaktan işgal etmek için bir vasıta elde edilmiş olur. Fikri acizaneme göre bu heyeti teşkil edecek zabitanın intihabında ve kendilerine verilecek talimatta zirdeki nukuat nazar-ı itibare alınmalıdır. Evvelen :Bu heyetin bidayette katiyen siyasatla iştigal etmeyip sırf vazifeyi askeriyesini ifa ve kendisini gerek Afgan gerek Türkistan ve Buhara ahali ve askerlerine fevkalade sevdirmesi. Saniyen: Giden zabitanımn zahiren…”

Atatürk, Sovyetler Birliği hükümeti ile ilişkilerde ılımlı bir politika takip etmektedir. Ancak bu arada, bu ülke dahilinde yaşamakta olan soydaşları ve bunların gelecekleri ile de yakından ilgilenmeyi ihmal etmemektedir. Tabii bunu yaparken mümkün mertebe Sovyet hükümetinin tepkisini üzerine çekmemeye çalışmaktadır. Atatürk, Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bolşevikler tarafından sona erdirilmesinden sonra Moskova’ya bağlı olarak kurulan Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti zamanında bu yeni hükümetle ilişki kurmuştur. Doğu cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın tavsiyesiyle, bir Türk Büyükelçisi Bakü’ye gönderilmiştir. Büyükelçi olarak gönderilen Memduh Şevket Esendal’dan, Azerbaycan’da kurulan yeni hükümetin gerçekte hangi şartlar dahilinde görev yaptığını, hükümette görev alan kimselerin hangi siyasi fikirde olduklarını, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan arasında mevcut sorunların nelerden ibaret olduğunu, hatta Güney Azerbaycan’daki Türklerle Kuzey Azerbaycan Türkleri arasındaki ilişkilerin ne durumda olduğunu tespit edip bildirmesi istenmiştir. Bunun yanı sıra Atatürk, Esendal’a Türkistan’daki Türklerle alakalı alınacak bilgileri de rapora eklemesini istemiştir. Ancak Atatürk tüm bu bilgilerin Sovyet yetkililerin dikkatini ve kuşkusunu çekmeyecek şekilde temin edilmesi yönünde Esendal’ı uyarmıştır. Atatürk, Esendal tarafından kendisine ulaştırılan rapordan çıkan sonuçları beğenmemiş olsa gerek, bu andan itibaren Azeri Türklerinin menfaatlerini ve birliğini var gücüyle korumaya çalışmıştır.

Atatürk, Doğu’da Ermenilere karşı başarılı bir harekat yürütmüş olan Kazım Karabekir Paşa’ya gönderdiği gizli emirde; Azerbaycan’ın tamamen ve gerçek anlamda bağımsız bir devlet haline gelmesine taraftar olduklarını belirtmiş ve bunun temini için Rusları gücendirmeden ve kuşkulandırmadan gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir. Aynı zamanda, Azerbaycan’ın petrol vb. tüm doğal kaynaklarına yeniden sahip olabilmesi için gerekli çalışmaların yapılmasının acilen lazım geldiğini belirtmiştir. Karabağ gibi, Türklerin nüfusça yoğun bulunduğu yerlerin, Ermenilere verilmesinin önlenip Azerbaycan’a bağlı kalmasının sağlanılması için gerekli çalışmaların yapılmasını istemiştir. Rusların Azerbaycan’da yapacakları muamelenin bütün İslam aleminin Bolşevikleri tartmak için bir numune teşkil edecek olmasının Ruslara anlatılmasına gayret olunmasını istemiştir. Atatürk, esir Türk ellerinden Türkiye’ye sığınmış Türk liderlerini ve aydınlarını sımsıcak bir ilgiyle kabul etmiş ve hatta bu kadrolara son derece önemli görevler tahsis etmiştir. Kazan Türklerinden Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Yusuf Akçura, Başkurt Türklerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Kırım’dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri Türklerinden Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala Mehmetzade ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde yer almıştır. Örneğin, Prof. Dr. Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak hizmet verirken, Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. İsmail H. Ertaylan, Prof.Dr. İzzet Kantemir, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. Ahmet Temir, Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, Dr. Hamit Zübeyr Koşay gibi çok sayıda bilim adamı Türk üniversitelerinin kuruluşunda görev almışlar ve uluslararası alanda başarı ile Türkiye’yi temsil etmişlerdir. Bolşevik zulmünden ve tehdidinden kaçarak Türkiye’ye sığınan Rusya Türklerine büyük bir sevgi ve ilgiyle kucak açan Atatürk, birçoğu Sovyet Rusya hükümetince yasaklı siyasetçi olan bu aydınların, Türkiye’de ülkelerinin bağımsızlığı yolunda mücadele vermelerine imkan sağlamıştır.

Atatürk Türkiye dışındaki Türkleri milliyet davasının bir parçası olarak nitelemiş ve milliyet davasının aşama aşama ilerlenecek, altyapısı hazırlandıktan sonra ulaşılacak bir ülkü olarak görmüştür. Atatürk 1933-1938 yılları arasında Türkistan’dan bir çok genci Türkiye’ye getirterek eğitimlerini sağlamıştır. O günlerde Hindistan-Irak-Suriye üstünde Türkiye’ye getirilen emekli General Rıza Bekin, bu öğrencilerden Türkiye’de kalan tek kişidir halen hayatta olan Uygur Türk’ü Rıza Paşa “Atatürk, Orta Asya’daki Türk kavimleriyle tarihî, kültürel ilişkiler kurulması talimatını İstiklal Savaşı’ndan önce vermişti.” diyor. Kendisi Türkiye’ye Atatürk tarafından getirilmiş ve TSK’da Tuğ General rütbesine kadar yükselmiş bir paşamızdır. Aynı şekilde, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu ilk yıllardan itibaren Gagavuz Türkleri ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal Paşanın emirleri doğrultusunda Romanya’ya büyükelçi olarak tayin edilen Hamdullah Suphi Tanrıöver o dönemler Romanya sınırları içindeki Gagavuzlar’ın kültürel kimliklerini korumaları için yoğun çaba harcamıştır. Hamdullah Suphi Bey’in Gagavuzları Trakya bölgesine yerleştirilmesi için çeşitli teşebbüslerde bulunmasına karşılık ATATÜRK’ün “Türkiye dışındaki Türklerin kendi topraklarında kalması” yönündeki siyaseti nedeni ile buna izin verilmemiştir. 1930’lu yılların sonuna doğru, Atatürk’ün emriyle o dönemde Gagavuzlara 80 ilkokul öğretmeni gönderilmiştir. İkinci Dünya Savaşının başlangıcına kadar bu bölgede görev yapan bu kahraman öğretmenlerin çoğunluğu savaş başlayınca Türkiye’ye dönmüşlerdir. Dönmeyip orada kalan öğretmenler ise Ruslar tarafından Türk casusu suçlaması ile tutuklanarak 25 yıl ağır hapis cezası ile Rusya’ya gönderilmişlerdir. Stalinin ölümü ile bu öğretmenler için af çıkarıldığında serbest kalan öğretmenlerden birisi olan Ali Niyazi KANTARELLİ Türkiye’ye değil Gagauz bölgesine dönerek emekli olduğu 1977 yılına kadar öğretmenliğe devam etmiştir. 1980 li yıllarda vefat eden Kantarelli Ukrayna sınırları içinde bir köye defnedilmiştir.

Ülküler devletler tarafından açıklanmaz; yaşanır!
1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet’in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı’nda yabancı diplomatlara yemek veriyor, davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar, Atatürk yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker’i kastederek “Bizimkiler nerede?” diye sorar, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk’ün Dışişleri Bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler.

Hep beraber Ziraat Bankası’nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar, “Yaşa Gazi Paşam” şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar;

-Gazi Paşam! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler, fakat yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler… Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. İyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler.

Ama bir de Milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri?

Atatürk bu soruya şöyle cevap verir;

-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır!

Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla herşeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve herşeyi ona göre yaparız… Ben Devlet Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.

Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:

-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?

-Evet Paşam.

-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, Onu da görüyor musun?

-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri.

-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, ben konuşamam!

Düşün bir kere… Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar… Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek hiçbir şey sür-git değildir! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az birşey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.

Bugün Sovyetler Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir!

İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir!

Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız!


-“Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz , bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli…

Tarih bağı kurmamız lazım.. Folklor bağı kurmamız lazım… Dil bağı kurmamız lazım…

-Bunları kim yapacak?

-Elbette biz..

-Nasıl yapacağız.

-İşte görüyorsunuz, “Dil Encümenleri”, “Tarih Encümenleri” kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli… Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli…

-İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz. Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.

İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok! Dil ile Tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum.

Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir.

Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız!

Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.


Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır!

İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!

Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı.

Kaynak: Atatürk’ün Avrasya Devleti/ İsmet Bozdağ

ATATÜRK’ÜN BULGARİSTAN’DAKİ TÜRK KATLİAMINI ÖNLEYİŞİ
19 Mayıs 1934 yılında bir darbe yapan Bulgar Ordusu, kurdurduğu geçici hükümet sayesinde Hitler Almanya’sının safında yerini almış, Bulgaristan Türkleri arasında yaygınlaşan “Turan Gençlik ve Spor Cemiyetleri Birliği’ne karşı polis takibatına geçip işkence ile öldürmeler çoğalmıştı. Ayrıca Bulgar köylerinden teşkil ettikleri çetelerle toplu katliama başlamak üzereyken, Türk istihbaratı bu haberi Atatürk’e iletir. Atatürk de, o sıralarda Trakya’da askerî tatbikat yapmakta olan 3. Ordu Komutanı Salih Omurtak Paşa’ya, biraz Bulgar sınırını ihlâl ederek Bulgarlar’a gözdağı vermesi konusunda talimat verir.

Yağmurlu bir gecede akşamdan Bulgar sınırını sapa bir yerden geçen askerimizin öncü birlikleri, sabah ortalık aydınlandığında Filibe yakınındaki Hacıilyas (Pırvomay) kasabasına varmışlardır. Önce kendi askerleri sanan Bulgarlar, hava iyice aydınlanınca, Filibe’ye doğru ilerleyen birliklerin Türk askeri olduğunu fark etmişler ve olay Bulgar kralına iletilmiş.

Telefona sarılan Kral III. Boris, Atatürk’le yaptığı görüşmede, “Ekselansları acaba Bulgaristan’a harp mi ilân ettiniz?” diye sorar telâşla.

Atatürk, “Neden böyle bir şey yapalım ki!” deyince,

Kral Boris:‘Askerleriniz Filibe önlerinde ve Sofya yönünde ilerliyorlar!” diye cevap vermiş.

Atatürk “Yolu şaşırmışlardır, Kral Hazretleri, şimdi olayı tetkik eder, Haşmetmeaplarına malûmat arz ederim” diyerek teselli etmiş ve Salih Omurtak Paşa’ya: “Maksat hâsıl olmuştur, geri dönün“, talimatı gönderilmiştir.

Bu gözdağı üzerine, Kral hemen duruma el koymuş ve kitle halinde yapılması plânlanan Türk katliamı da durdurulmuştur. O zamanki Turancı liderlerden, cemiyetin Genel Başkanı Varnalı Ömer Kâşif Bey’den, Bulgaristan’da bu olay için Bulgar köylerinden ırkçı “Rodna Zaştita” (Vatan Savunması) çetelerinin hazırlandığını ve her Türk köyünün katliamı için büyük hendekler kazıldığını dinlemiştim. Salih Omurtak Paşa olayını da bizzat bu orduda albay olarak görev yapan ve öncü birliklerde yer alan, yazar Emine Işınsu’nun babası merhum Tümgeneral Aziz Zorlutuna (eşi merhume şaire Halide Nusret Zorlutuna idi) Paşa’dan dinlemiştim.”

(Sunuş bölümü syf.26-27)


 
Yorum Yazın
  • Cinaroğlu
    Atatürkün Türkülüğüne laf eden ya zır cahil bir salak, yada soysuz bir haindir. Hayatlarını Arapa, İngilize uşaklık edip Türklüğünü küçülten kansızlardır bunlar
  • mmmn
    😝
  • Nurettin kaya
    Çoğu uydurma bilgiler hiç bir belgesi olmayan uydurulan bir yerlere dayandırılan bilgiler türklüğüne gelince ne hayatı ne ölümü nede yaptıklarının zerresi türklükte yok amma dersenizki yunanla mukayese tamda yunan derim
deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler bahis siteleri