TİC Holding Header
  • USD 32.385
  • EUR 35.067
  • Altın 2324.965
  • BIST 100 9129.19

Uyandığımda Sesim Yoktu..!

Burcu Görek tarafından kurulan Bu Yapım'ın oyunu olan 'Uyandığımda Sesim Yoktu', geçtiğimiz sezon tiyatroseverlerle buluştu lâkin malum nedenden dolayı geçici bir süre oynanamadı.
Uyandığımda Sesim Yoktu..!

Bu sezon 1 Ekim itibariyle yeniden sahnelenen oyun, seyircileri müthiş bir yüzleşmeye davet ediyor.

Kanadalı yazar ve tiyatrocular Amy Nostbakken ve Norah Saddava tarafından yazılan ve birçok festivalde sahnelenip ödüller alan oyun, Gökçenur Şehirli tarafından dilimize çevrildi. Oyun uyarlamalarında ve çevirilerinde zor olan bir şey vardır; yerelleştirmenin dozu. Bazı çevirmenler, başka dillerden alınan metinleri, ülkemiz insanına uyarlamaya çalışırken aksine yer yer uyumsuz, sakil hatta bayağı bir duruma düşebildikleri gibi, evrenselden uzaklaşmaya sebebiyet veriyorlar. Öte yandan yereli yakalayayım derken, oyunu bağlamından koparabiliyorlar. Gökçenur Şehirli, çizgiyi çok iyi tutturarak ve ayrıca oyunun derdinin idrakinde olarak çeviri yapmış.



Roller, Kimlikler ve Omurgalı Bir Benlik!

Cassandra, bir sabah uyandığında annesinin öldüğünü öğrenir. Bu ağır haberin şokunu yaşarken, birdenbire annesi özelinden yola çıkarak; annesi, annesinin kendi kendine vazife edindikleri, toplumun annesine ve hatta kadınlara yüklediği yükümlülükleri, toplum içinde eriyen bireyi, ‘herkes’in içinde var olmaya gayret eden ‘ben’i sorgulamaya başlar. Esasında bu sorgulama birdenbire gelen bir süreç değildir; annesinin ölümü daha bir gün yüzüne çıkmasını sağlar.

Bir yandan içinde ukde olarak kalanlarla beraber ölen ve bir türlü kendi kimliğini, isteklerini, heveslerini, ilgilerini, hayâllerini ve arzularını ortaya koyamayan annesine acırken, bir yandan da buna sebebiyet verenlerin haricinde aslında bir bakıma müsaade edenin annesinin bizatihi kendisi olduğunu düşündüğü için ona kızgınlık duymaya başlar. Daha doğrusu var olan kızgınlığı daha bir ete kemiğe bürünür, somut ifadelere dönüşür. Henüz bunları sorgulamanın başındayken birden aklına cenaze töreninde konuşma yapması gerektiği gelir ve metni hazırlama telaşına düşer. Metne neler yazacağıyla ilgili gelgitler yaşarken ibreyi annesinden alarak çevresine, topluma, toplumun genel olarak bireye özel olarak da kadına yönelik baskıcı ve tek tipleştirici bakış açısına, neredeyse kadının kendisine hiç sorulmadan kadınlara atfedilen anlam ve sorumluluklara ve son olarak da kendisine çevirir. Zira her kadında olduğu gibi bir bakıma onun da “içine annesi kaçmıştır”! Ve kendisini dâhil etmeden yapılacak her sorgulama ve yüzleşme eksik kalacaktır. Artık üzüntü, yalnızlık ve kızgınlık duygusu ile başlayan salt bir eleştiri değil, amansızca ve açık seçik bir şekilde özeleştiri de yapmaya başlar. Annesinin ölümü bir yanıyla kayıp ve son, lâkin bir yanıyla da hayatta birçok hususta “gözü açık giden” bir kadın metaforu üzerinden ağır bir sorgu sürecinin ve nihayetinde uyanışın da başlangıcıdır.



İç İçe Geçen Bir Sarmalın Açık Seçik Bir İzahı…

Yazarlar Nostbakken ve Saddava, oyunda temel olarak söz hakkını elinden alma, sindirme, korkutma, zorbalık, şiddet yoluyla baskılanan, kapatılan ve ne yazık ki ruhen ve bedenen öldürülen kadınların sesine ses olma gayretindeler. Ve bunu yalnızca bir eleştiriler dizgisi halinde değil yer yer serpiştirdikleri önermelerle de yapıyorlar. Ancak sadece kadınların içinde bulundukları baskı ve şiddet sarmalından bahsetmiyorlar. Bu sarmalın esasında, egemen olan bütün güçler ve fikirler tarafından, yönetmek ve manipüle etmek istedikleri her kesimde (çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek, zengin, yoksul) hayata geçirildiğini de anlatıyorlar; bu minvalde yer kimi zaman bir şirket, kimi zaman bir aşiret, kimi zamansa bir devlet olabiliyor. Baskıyı ve kısıtlamayı,  kadına yönelik uygulamalardan yola çıkarak ele almalarına rağmen, genel anlamda da zorbalığın, korkutmanın ve dayatmanın her türüyle mücadele edilmesi gerektiğini de belirtiyorlar. Yanı sıra, ebeveynlerin çocukların yaşamındaki öneminden, attıkları her adımın, söyledikleri her sözün çocukların hem çocukluk dönemlerinde hem de yıllar içinde kulaklarında kampanalar çaldırdığını ve sonraki nesillerin hayatlarını büyük ölçüde anne-babanın hâl, tavır ve sözlerinin belirlediğini de vurguluyorlar. Bireyin doğar doğmaz baskı unsuruyla karşılaşıp karşılaşmaması veya özgür olabilmesi durumunun aileden başladığının ve bu tutumun çocukların hem kişiliklerine hem de sonraki hayatlarında kuracakları her türden ilişkiye sirayet ettiğinin de altını çiziyorlar. Oyunun adının orijinal dilinde Mouthpiece (Ağızlık) olmasının altında yatan nedenlerinden birinin de oyunda çocukluk evresine dair yapılan göndermeler olduğu kanısındayım. Öte yandan, toplumsal ve bireysel çarpıklıkların ve ikiyüzlü tutumların da işlendiği oyun; aslında modern kadının kendi kendisine yaptığı kötülüğü, sadece erkek baskısını değil, kadının kadına baskısını, kadının kendisini soktuğu “onu da yaparım bunu da yaparım üstüne şunu da yaparım” cenderesi ve beraberinde gelen fiziksel ve ruhsal bunalımı, sözde modern dünyanın kadına yüklediği ekstra şekillendirilmiş ve yapılandırılmış rolü, bireyin var olma yolundaki en büyük engellerinden biri olan -meli, -malı ekleriyle başlayan ve tamamen çekingenliğe hatta yok olmaya sebebiyet veren sosyal uyum kaygısıyla yine kendi kendine yaptığı yüklemeleri de titiz bir şekilde ele alıp irdeliyor.

Oyunun Türkçe çeviri başlığının "Uyandığımda Sesim Yoktu" olması, oyuna dair saydığım bütün bu içeriklerden ötürü bir hayli mânidar! Zira insan, tüm bunları fark ettiğinde en ufak ses çıkaramayacak hâlde ve geç kalmışlıkta olabilir! O yüzden haksızlığa, zulme, baskıya, adaletsizliğe, ikiyüzlülüğe zamanında ses çıkarmalı!



Usta Sanatçının ve Ekibin Çözümlemesi...

Alenî konuları işliyormuş gibi görünmesine rağmen böyle girift ve her yönüyle kıymetli bir metin, ancak tiyatro kuralları ve kuramlarının haricinde psikolojik, sosyolojik ve siyasal açıdan değerlendirmelerde bulunan, bu alanlarda araştırmalar yapan, bir konuya hem interdisipliner hem transdisipliner şekilde yaklaşabilen birinin elinde işlenebilirdi ki oyun tam olarak böyle birine emanet edilmiş; Tamer Levent… Zira oyunun rejisini yapan usta oyuncu Levent, oyunda iç içe geçen konuları sarraf titizliğiyle ayrı ayrı işlemiş, seyirci algısını da düşünerek oyunu komplike olmaktan korumuş, farklı disiplinlerden istifade ederek epizotların her birine derinlik kazandırmış.

Yönetmen, oyunda hem fiziksel hem dramatik hem de epik tiyatronun örneklerini seyircilere sunmuş. Oyun, son 20 yıldır bir akım hâline gelen in yer face (yüze vurumcu) tiyatronun da tam bir resmi olmuş. Yönetmenin elbette maksadı bu türe örneklik teşkil etmek olmasa da bu akımı sadece oyunun içine seks, eşcinsellik, şiddet ögeleri ağırlıklı olarak verilirse o oyun in yer face olur diye yanlış algılayanlara da ders niteliğinde bir oyun olmuş.  

Durumları ve duygu geçişlerini çok iyi tespit eden yönetmen, hiçbir duyguyu ve durumu havada bırakmamış ve ıskalamamış. Hepsini birbiriyle ilintilemiş.

Devinimi ve oyunun temposunu daima yüksek tutmuş. Aksi takdirde oyun bir retoriğe ve didaktik bir dile dönüşebilirdi. 

Minimalizmin daha tesirli olduğunun farkında olan yönetmen, oyunun esas vurgularını ön plâna çıkarmak gayretiyle, oyun içindeki her alanda tercihini bu yönde kullanmış. İsteseydi ki oyun buna el veriyor, envaiçeşit efekt, ışık ve dekor kullanabilirdi. Ancak o vakit oyun kesinlikle özünden kopardı.

Dekor, salt bir küvetten ve mikrofondan ibaret. İkisini de türlü metafor için kullanmış. Metaforların kullanılması için mutlaka simgelerin olması lâzım. Tam orada mikrofon ve küvet iki simge olarak karşımıza çıkıyor. Ancak sadece gerçek işlevleri ile değil. Küvet yeri geldiğinde bir tabuta, yeri geldiğinde bir tuvalete, kimi zaman da ana rahmine dönüşüyor. Mikrofonsa çok ironik bir şekilde kullanılıyor!



Oyun Ekibi…

Oyunun hiç inmeyen bir tempoda ilerlemesinin en büyük nedeni çok iyi bir hareket düzeninin olması. Burada koreograf Utku Demirkaya’nın emeğinin bir hayli fazla olduğu aşikâr. Senkronize hareketlerin çok önemli olduğu oyunda en ufak karmaşaya mahal verilmemiş. İzlediğimiz oyundan ve performanstan yola çıkarak söyleyecek olursak; her ne kadar bu hareket düzeninin oluşumu aşamasında ekipçe zorlanmış olmaları muhtemelse de ortaya çıkan sonuç harika olmuş.

Oyunun ışık tasarımlarını yapan Gökhan Davulcu’nun, ışıkları tasarruflu kullanması, renkten renge geçmemesi yukarıda bahsettiğim oyunun temel derdinin yansıtılması bağlamında çok yerinde bir tercih olmuş.

Kostümlerde, hem oyuncuya hareket rahatlığı sağlayan hem uykudan uyanma ve duştan çıkma mahmurluğunu veren hem saflığı ve masumiyeti hatırlatan hem de stilize olan bir tasarım yapmasından ötürü Fatoş Aydoğdu’yu ayrıca tebrik etmek gerek.

Oyunun ön plândaki unsurlarından biri olan müziklerin direktörü Batınhan Altun. Bir oyundaki ezgiler ve şarkılar, seyirciye de oyuncuya da kimi zaman gizli bir es verdirip o an oyuna yabancılaştırabilmeli veya yeri geldiğinde tam tersi bir maksatla duygunun en derinine de sevk edebilmeli. Bu oyunun müzikleri her iki amaca da hizmet ediyor.



Uyumlu İkili…

Cassandra’nın ikilemde kalan, gelgitler yaşayan, kimi zaman maske takan ve kimi zaman özüne dönen, anlık şekilde bilinç düzeyinden bilinçaltına inen iki hâlini de canlandıran oyuncular Burcu Görek ve Dilşad Çelebi, ayrı ayrı başarılı oyunculuklar sergilemelerinin yanında aralarındaki uyumla da oyunun çıtasını yukarı taşıyorlar. Şayet bu oyun, uyumları harika olmayan ve birbirini anlamayan iki oyuncu tarafından oynanacak olursa sonuç berbat olabilir. Belli ki ikisi de hem oyuna inanmışlar hem de oyun için gerek masa başında gerekse provalar esnasında çok ciddi gayret sarf etmişler.  

Bir an bile iç enerjilerini düşürmeyen oyuncuların, duygudan duyguya, durumdan duruma, andan ân’a geçişleri; bir yandan akapelle yapıp şarkılar söyleyip dans edip nefes nefese kalmalarına rağmen bir yandan da her hissi yaşatmaları görülmeye değer. Hayatta karşılaşılabilecek en acılı olaylardan biri olan anne kaybının hemen akabinde, hatta o acıyla eş zamanlı olarak bir iç sorgulamaya geçen ve fakat bir yandan da cenaze töreninde ne giyeceğini, nasıl bir konuşma yapacağını düşünen, beraberinde geçmişteki olayları gözünün önüne getiren Cassandra’nın birbiriyle çelişkili gibi görünen tüm ruh hâllerini hiç sırıtmadan ve geçiş çizgilerini görünür kılmadan oynuyorlar. Hayat tam olarak böyle bir şey işte. Çok önemli anlarda ve dahi kritik olaylarda bile en saçma düşünceler aklımızdan geçebiliyor, en olağan hareketler sergileyebiliyoruz. İki oyuncu da gerçek hayattaki gerçek bir kadınla bizleri karşı karşıya getiriyor.

Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Yorum Yazın