TİC Holding Header
  • USD 32.331
  • EUR 35.067
  • Altın 2285.263
  • BIST 100 8880.09

Kapı çarptı..

Tiyatronun yaşayan çınarlarından çok kıymetli hocam Toron Karacaoğlu, Muhsin Ertuğrul döneminden ve tiyatronun eski günlerinden bahsederken içim hep huzur dolar.
Elbette o dönemlerde de aksayan işler, bürokratik engeller, oyuncular arası sert çekişmeler, kimi haksızlıklar olmamış değil ancak anlattığında neredeyse bütün bunların tamamını görmezden gelecek nitelikte güzelliklerin olduğu aşikâr. Sanata ve sanatçıya verilen önemi, evvela sanatçının kendi tiyatrosuna ve duruşuna sahip çıkışını, yokluk dönemlerinde dahi verilen mücadeleyi dinledikçe tiyatroya olan sevgim daha bir artar. Özellikle hepimizin usta, üstat, duayen diye nitelendirdiğimiz Vasfi Rıza, Bedia Muvahhit, Ercüment Behzat, Neyyire Neyir, Şaziye Moral, Sami Ayanoğlu, Behzat Butak, Cahide Sonku ve adını saymakla bitiremeyeceğiz daha nice sanatçıları anlattığı zaman kendisi de duygulanır. O anlattıkça o dönemlerin sanatçılarının saygınlığını, sanat yapmakla beraber edindikleri amaçları ve icra ederken de ne kadar naif duygularla yapabildiklerini tahayyül ederdim. Çünkü tiyatroyu büyük bir neş’e içinde ve çilelerle yaptıklarını anlardım. İçlenirdim de; şimdilerde aynı tadı bulabileceğimiz bir yapıyı yavaş yavaş kaybettiğimizi düşünürdüm. İstanbul Şehir Tiyatrolarında o samimiyet ve ruh, az da olsa hâlâ var ancak itiraf etmek gerekir ki gitgide azalmakta. Özel tiyatrolarda ise bu ruh neredeyse tamamen bitti derken İstanbul Kumpanyası imdâda yetişti. İstanbul Kumpanyası’nda bahsettiğim ve bir yandan da iç çekerek hissetmeye çalıştığım bu dokuyu bulabiliyorum. Hemen hemen her işlerinde aynı içtenlikle çalışıyor ve o içtenliği sahneden yansıtıyorlar. Bunu yaptıkları geleneksel dokulu oyunlarıyla da, ekibin bir bütün şeklinde duruşu ve birbirine sahip çıkışıyla da, oyun sonlarında seyirciye gösterdikleri alçakgönüllü saygıyla da belli ediyorlar. Ve artık ciddi bir repertuar tiyatrosu oldular. Durmadan da üretmeye devam ediyorlar. Yolları açık, alkışları bol olsun. 

İstanbul Kumpanyası, bu sene Fransız yazar Gerard Lauzier’in “Kapı Çarptı” oyununu repertuarına dâhil etti. Paris’te hayatını sürdüren Jan, Paris sosyetesinin ünlülerinden olan Bayan Florance’ı evine davet eder. Jan, Bayan Florance’dan çok etkilenmektedir ve bu yüzden de onunla evinde buluşacağı için müthiş derecede heyecanlıdır. Buluşma vaktine çok az bir süre kala Jan’ın kapısı çalar. Heyecanla kapıya koşan Jan karşısında başka bir kadını görür. Derken, türlü aksiliklerle ve yanlış anlamalarla dolu büyük bir sarmalın ve zorluğun içine düşer. Büyük bir heyecanla ve hayâlle beklediği gün adeta işkenceye dönüşür. Çıkmak istedikçe de daha beter duruma düşer.



Oyunun yönetmeni Tarık Şerbetçioğlu… Vodvil tadındaki oyunu, dokusunu çok bozmadan sahnelemiş.  Komedilerde temponun düşmesi durumunda oyundan kopmaların yaşanabileceği gerçeğini unutmadan, tempoyu her an diri tutmuş. Uzun bir oyun olmasına rağmen her anı dikkatle izlenen ve takibi zor olmayan bir reji çıkarmış ortaya. Son zamanlarda, komedi yapan grupların hemen hemen hepsinde, her hareketleriyle ve sözleriyle seyirciyi güldürme kaygısının olduğunu bariz bir şekilde görebiliyoruz ki başlı başına hatadır. Zira Dümbüllü İsmail’in, Vasfi Rıza’nın komedisine alışmış bu topraklarda yapılan komedinin “demek istediği bir dert” vardır. Ve oyunun ilk dakikasından son anına dek illa güldürmelidir diye bir amaç da yoktur. “Güldürelim, eğlendirelim, gönderelim gitsin!” gibi bir kaba hedef yoktur. Bu kaygının son dönemlerde yerleşmesinin nedeni de maalesef TV programlarında boy gösteren hepsi birbirinin kopyası hatta tekrarı olan skeç programlarıdır. Gözüne kocaman bir deniz gözlüğü takıp kumaş pantolonunu yukarı çeken her tip komiktir çünkü görüntü saçmadır. Bir an insan kahkahayı patlatır zaten. Ancak bu, yapılan işin komedi olduğu anlamına gelmez. İstanbul Kumpanyası ekibi bu tuzağa düşmüyor. Şerbetçioğlu, bu oyunda isteseydi saçmalamanın kaldırabileceği yerleri yakalayabilir ve güldürme saikiyle ucuza kaçabilirdi. Ancak ona tevessül etmemekle en doğrusunu yapmış. Sevgi zannedilen çarpık ilişkilerin, insanı nasıl da boşluğa düşürdüğüne ve aşkın ne denli yozlaştığına dair oyunda var olan önermeyi ıskalamaması yerinde bir tavır olmuş. Oyundaki karakterleri tipleştirmesi de seyirlik tadı arttırmış. Ve bunu da egzajere etmeden yapmış. 

Oyunu izlediğim Duru Tiyatro’nun sahnesi çok küçük olduğu için oyunda sık olan giriş çıkışlar izleyeni yorabilir ancak daha büyük sahnede oynanması durumunda bu hendikapın ortadan kalkabileceğini düşünüyorum.

Tarık Şerbetçioğlu yönetmen koltuğunda bulunmanın yanı sıra Jan’ı oynuyor. Onun oyunculuğunda, yukarda Şehir Tiyatrolarının eski günlerinden dem vururken bahsettiğim samimi oyunculuk var. Şerbetçioğlu, oynadığı oyunlarda sade ve bir o kadar da içten bir komedi oyuncusu olmuştur hep. Burada da aynı tercihi görüyoruz.

Binnur Şerbetçioğlu Bayan Florance rolüyle sahnede… Cool, tarz sahibi, bu tarzı bozmadan flört etmeyi seven, çapkın bir kadını canlandırıyor. Binnur Şerbetçioğlu, sahnenin tamamına hâkim, rolüne kendini gereksiz bir şekilde kaptırmadan, kendinin farkında olarak ve rolün kontrolünü elinde bulundurarak oynayan bir sanatçı. Florance’ı yorumlarken de ufak nüanslarla bezediği bakışları, bütün bedeniyle hissettirdiği ağır dönüşleri ve tavırları, bizlere rolün ağırlığını hissettiriyor.     

Ömer Gecü Boris rolüyle oyunun yıldızlarından… Şehirdeki göçmenlerden biri olan ve tutunamayan bir genci yorumluyor. Gecü’nün bulduğu şive ve hareketler tam bir göçmen edası içinde. Ayrıca karakterin, itilmişlik ve serkeşlik sebebiyle düştüğü boşluğu verişindeki tepkileri de karakterin iç duygusu açısından yerindelik sağlıyor. Gecü’nün devinimli sahnelerdeki performansı plastiğinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Açık söylemek gerekirse şaşırdım. Zira Gecü’nün daha ağır bir oyuncu olduğunu düşünüyordum. Bu rolü de oyun boyunca aynı çizgide yürütebileceği konusunda soru işaretim vardı ancak yanıldım. Yanıldığıma sevindim.

Eva rolünde Nermin Koçak karşımıza çıkıyor. Koçak’ı oynadığı diğer oyunlardaki oyunculuğunu hep beğenmişimdir. Ancak bu oyunda, sahneye girdiği ilk dakikadan itibaren yüksek sesiyle bir rahatsızlık oluşturuyor. Eva biraz taşkın bir karakter ancak Koçak’ın bunu sadece ses tonunu yükselterek yorumlayacağı anlamına gelmiyor. Tiyatro aynı zamanda bir melodidir. Karşısındaki oyuncuyla tonlamayı tutturmaktır. Böyle yapması, diğer oyuncunun bastırılmasına yol açıyor. Aynı durum ne yazık ki birinci polisi oynayan Tuncay Vicnelioğlu’nda da var. Hatta onda daha bariz bir hâl aldığı için cümleler çoğunlukla yukarda kalıyor. Umarım bu durum sadece izlediğim gösterime has bir şeydir.  

Andre rolünde Yavuz Topoyan, diğer tiplerle ilişkisinde kullandığı ve karaktere yüklediği mesafeyi doğru bulmuş. Ağırlıklı olarak jestleriyle oynaması da tipini güçlendiren yan olmuş.  

Oyunun diğer oyuncuları Marilda rolünde Hande Akkent, Jean rolünde Berk Gülen, ikinci polis rolünde Cem Özoktay, Alice rolünde ise Ezgi Altıkulaç… Hepsi oyunun enerjisini içselleştiren ve rolünün üstesinden gelen oyuncular.

Ve oyunun çevirmeni, tiyatromuza büyük emek vermiş ve halen de vermeye devam eden Gencay Gürün hanımefendi… Tiyatromuz için yaptıkları herkesin malûmu. Tarık Şerbetçioğlu, oyun sonunda Gencay Gürün’ü sahneye davet ettiğinde o kadar mahcup oldu ve o kadar zarif davrandı ki o zarafet karşısında insan gerçekten eziliyor. Keşke aynı kültürü devam ettirebilsek…

İstanbul Kumpanyası, Kapı Çarptı oyununun haricinde Karman Çorman, Ayyar Hamza, Aşk ve Ayak Parmakları oyunlarıyla özellikle Caddebostan Kültür Merkezi, Duru Tiyatro, Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi, Altunizade Kültür Merkezi, Kozyatağı Kültür Merkezi başta olmak üzere İstanbul’un birçok tiyatro salonunda sahnedeler.

Yasal Uyarı : Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Gün Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Yorum Yazın